On yedi yıl boyunca hayatımın bir parçası dahi olmamış olan babamın ölümü beni neden bu kadar yalnız bırakmış olabilir? Ben yetimim! Bu sözcüğü tekrarlıyorum, evet. Tekrar tekrar… Çocukluğumu geçirdiğim bu yatak odası duvarından dışarıya çıkıp bir anlam ifade edemeyinceye kadar tekrarlıyorum.
The book of Joe, Jonathan Tropper (2004)
Bir şeyi kırk kez söylediğimizde dilediğimiz o şey gerçekten de olur mu? Bizi koşullu şartlanmaya götüren kişisel telkinimiz bir yana dursun, bir kavrama sürekli odaklandığımızda o kavramın anlamını anlık olarak yitirmemiz olası. Bir şeyi kırk kez söylediğimizde, bilgisayarda yazı yazarken bir sözcüğe uzun süreli takılıp kaldığımızda ya da “burada şu sözcük kullanılsa anlam bütünlüğünü daha iyi sağlar,” düşüncesine daldığımız sırada gerçekleşen bu bilişsel olgu anlamsal doygunluk olarak tanımlanıyor. Şöyle düşünelim, odaya girdik, içeride alışılmadık bir koku var, bir süre sonra bu ortam kokusuna alışırız ve hatta içeriye bizden daha sonra giren, yine aynı kokudan bahseden/şikâyetçi olan biri ile aynı duyuyu o an hissetmeyiz.
Yazının devamı, anlamsal doygunluk kavramının tarihsel gelişimini ve bu gelişim sürecinde anlamsal doygunluğun boyutunu ölçmek için kullanılan yöntemleri içeriyor.
Temel olarak, sözcüğün tekrarlanması ya da üzerinde odaklanılması durumunda anlamını geçici süreliğine kaybetmesi olarak tanımlanan anlamsal doygunluk kavramını ilk olarak Edward Tichener 1915’te tanımlıyor [1]. Kavram üzerine ilk ciddi yaklaşım ise M.F. Basset ve C.J. Warne tarafından 1919’da ad soylu tek heceli sözcüklerin tekrarlanması sonucunda anlamlarını kaybetmeleri ile getiriliyor [2].
1920-1950 yılları arasında yapılan çalışmalara ve getirilen betimlemelere bakıldığında ise, bilişsel sistemin sözcük çağırma aşamasında zorlandığını ve bunun sonucunda sözcüklerin anlamlarını kaybettiğini görüyoruz. Temelde gerçekleşen süreç, beyindeki sinir sisteminin uyarılmış tekrarlar ile yorulması olarak düşünülebilir.
Yazının girişindeki koku örneğinde de benzer durumun gerçekleştiğini düşünebiliriz. Burnumuzdaki koku alıcılarının bir süre sonra beyne bu sinyalleri göndermemesi, yani duyusal adaptasyonu gerçekleştirmesi gibi sözcüklerin anlamlarının da benzer durumda olabileceği benzetmesiyle açıklanabilir.
Böyle bir süreç betimlemesiyle karşılaştığımızda ilk akla gelebilecek sorulardan biri de sözcüğe ait hangi anlamları kaybettiğimizdir. Yani, tekrarlama sonucunda sözcüklerin birinci anlamları mı yoksa yan anlamları mı kaybediliyor? Yoksa çağrışımsal anlamlar da bu kaybın kapsamında mı bulunuyor? 20. yüzyılın ikinci yarısında yapılan çalışmalar bu soruya yanıt aradı. Yine, bu da beraberinde anlamsal doygunluğu belirlemek ve ölçmek için farklı yöntemler getirdi.
Öncü çalışmalardan biri olarak gösterilen, Wallace Lambert ve Leon Jakobovits tarafından yapılan ve anlamsal doygunluğu ölçmek için geliştirilen bir yöntemi içeren çalışmada şöyle bir temel bulgu veriliyor: Bir sözcüğün 15 saniye boyunca saniyede iki-üç kez tekrarlanması, sözcüklerin bilişimizde yer ettiği uzamı zorluyor ve anlam bu uzamın biraz dışına çıkıyor. Anlamın bu ‘sözcük çemberi’nin dışına çıkması ilk kaybedilen anlamın sözcük çağrışımları olduğunu ortaya koyuyor [3]. Yani, sözcüğü tekrarladığımızda ya da bir sözcüğe uzun süre baktığımızda, sözcük çerçevesinde kişisel deneyimlerimizle kurguladığımız çağrışımlar birer birer yok oluyor. Sürenin biraz da uzaması ise sözcüğün asıl anlamını kısa süreliğine kaybetmemize neden oluyor. Bahsi geçen 15 saniyelik süreyi takip eden sessizlik periyodunun ya da farklı sözcüğe odaklanmanın ise herhangi bir etkisinin olmadığı, bir başka deyişle, anlık yitirilen sözcüklerin anlamlarının geri getirilemediği belirtiliyor.
Aynı çalışmada verilen örneklerden biri “father” sözcüğü. Katılımcılardan 15 saniye boyunca “baba” sözcüğünü saniyede üç kez olmak koşuluyla tekrarlamaları istenmiş. Anlamsal ayrım farkını elde etmek için ise katılımcılara yedi aralıklı bir ölçek sunulmuş (Örn. iyi ___ ___ sıfır ___ ___ kötü). Sözcüğün anlamının ‘olumlu’ ya da ‘olumsuz’ olduğuna yönelik sunulan bu ölçekte, saniyede üç tekrar yapan katılımcılar sıfır noktasına saniyede bir tekrar yapanlardan daha çok yaklaşmışlar. Aynı durumdaki katılımcılara sözcüğün birinci anlamı sorulduğunda ise, 15 saniye boyunca saniyede üç tekrar yapan katılımcılar ‘sıfır noktasından’ kısmen uzaklaşmışlar.
Yukarıdaki çağrışımsal anlamın ilk kaybedilen olması çerçevesinde verilen açıklama bu bağlamda desteklenebilir boyutta. Biliyoruz ki sözcüğün birinci anlamının olumlu ya da olumsuz olması, onun çağrışımsal/yan anlamlarını da olumlu/olumsuz biçimde kurgulamamızı sağlar. Sözcükleri ve onun yan anlamlarını merkezden uzaklaştıkça anlamı değişen ‘sözcük grubu’ olarak düşünebiliriz. Böyle bir durumda ise anlam kaybı, sonradan eklenen çağrışımlardan başlıyor, süre uzadıkça merkezdeki temel anlama kadar uzanıyor.
Bununla birlikte, sözcüğe dair anlamları kurguladığımız ağ, dilsel üretimin gerçekleştiği çevre olarak tanımlanabilecek bağlamla ilişkilidir. Anlamsal doygunluğu en sık yaşadığımız durumlardan biri üzerinden bunu örnekleyelim. Bilgisayar başında MS Word gibi bir sözcük işlemcide yazı yazarken ya da bir grafik düzenleme yazılımında görsel tasarlerken o anlık gündemimizde bulunan sözcüğe biraz fazla odaklandığımızda, sözcüğün içinde bulunduğu bağlamın aşamalı olarak eridiği söyleniyor. Bu durumda paragraftan başlayarak sözcüğü oluşturan sese doğru anlamsızlaştırma dönemi gerçekleştirdiğimiz belirtilmekte. Bu sırada anlam kaybına yol açan süreç, sözcüğe aşırı odaklanmamız ve onu bağlamından çıkarmamız oluyor. Yani daha ayrıntılı bakarsak, tümceye yerleştirmeye çalıştığımız sözcüğü yoğun bir şekilde tekrar ediyoruz, eş ve yakın anlamlı sözcükleri kendi ussal sözlüğümüzde tararken sürekli bu sözcüğü çıkış noktası yapıyoruz. Sözcüğü çıkış noktası yapmamıza rağmen eş ve yakın anlamlı sözcüğe erişemediğimiz durumda ise kafamızın içerisinde art arda gerçekleşen seslerle karşı karşıya kalıyoruz. Bu ses akışı da sözcük anlamı ve onu oluşturan sesler arasındaki bağı koparıyor. Bu süreçte gerçekleşen anlam kopması tümceden sözcüğe, sözcükten seslere doğru sıralanıyor [4].
Yazının buraya kadarki bölümünde değinilen çalışmalar, anlamsal doygunluk kavramına dair temel bilgi birikimini oluşturuyor. Bugün yapılan çalışmalara baktığımızda ise farklı disiplinlerden gelen yöntembilimsel katkıları görüyoruz. Bu katkılar, anlamsal doygunluğun yanına farklı bir dinamiği yerleştiren ve karşılaşılan bu anlam yitirilmesi durumunu yeni değişkenlerle ölçmeyi amaçlayan çalışmalardan geliyor. Haliyle günümüz çalışmalarının, ilgili çalışmaları anlamsal doygunluğun ölçümü konusunda eleştirdiklerini görmek mümkün. Yöntembilimsel katkılarla ilgili olarak ve bu yazının odağını dağıtmamak adına yazının altındaki notlar bölümünde günümüzde yapılan anlamsal doygunluk merkezli çalışmaların temel araştırma sorularını vereceğim. Okurlar bu araştırma soruları üzerinden ileri okumaları gerçekleştirebilirler.
Günümüz yöntembilimsel katkısı çerçevesinde Kuhl ve Anderson (2011) tarafından yapılan çalışmaya baktığımızda anlamsal doygunluğun tek başına ölçülmediğini görebiliriz [5]. Bu çalışmada araştırmacılar, sözcüğün uzun süreli belleğe aktarımı amacıyla kullanılan basit ezber yönteminin karşısına değişken olarak anlamsal doygunluğu koyup soruyorlar: Sözcük tekrarının süresi ve olası gerçekleşebilecek anlamsal doygunluğu, sözcüğün uzun süreli hafızaya girişini nasıl düzenliyor?
Temel araştırma sorusu için hazırlanan düzenekte, bizlerin anadilinde ya da öğrendiğimiz dilde ezber için sıklıkla başvurduğu, yan yana sıkça kullanılan sözcük grupları olarak bilinen eşdizimli sözcükler yer alıyor. Eşdizimli sözcüklerden birinin katılımcılar tarafından 5, 10, 20 ve 40 saniye boyunca tekrarlanması isteniyor. Daha sonra ise katılımcılara, tekrarladıkları bu sözcüklerin eşdizimde bulunduğu öbek tipik bir “devamını getir” yöntemiyle sunuluyor. Örneğin; “sheep” (koyun(lar)) sözcüğünü belirli zaman boyunca tekrarlayan katılımcılara “herd ____” biçiminde anlam tamamlama testi yapılıyor. Sonuçta ise deney grubu, sözcükleri eşdizime yerleştirmede 5-40 saniye arasında değişen tekrar süreleri ile doğru orantı gösteriyor. Yani tekrar süresi az olan katılımcılar, tekrar süresi fazla olan katılımcılara oranla eşdizim grubunu daha çabuk tamamlıyor. Kontrol grubu eşdizimi yerleştirmede herhangi bir sorun yaşamazken, deney ve kontrol grubu arasındaki gecikme 10 saniyelik tekrarlarda anlamlı fark oluşturuyor. Anlamlı fark dâhilinde çalışmada açık şekilde bulgu olarak verilmeyen fakat şöyle bir çıkarım yapmanın mümkün olduğu durum olabilir: Tekrar yöntemiyle ezber yapacaksak bu on saniyenin üzerine çıkmamalı.
Bu yazıda anlamsal doygunluğun ne olduğunu, anlamın bir anda yitirilmesi değil, süreç içinde metinden sözcüğe, sözcükten sese ve ardında çağrışımların ve temel anlamın yitirildiği bir durumda açıklandığını gördük. Yukarıda da belirttiğim gibi, aşağıdaki notlar kısmında günümüz çalışmalarından seçtiğim temel araştırma sorularına göz atabilirsiniz.
— NOTLAR
a) Şarkıların prozodik/bürünsel yapısı anlamsal doygunluğa karşı koyabilir mi? Bağlantı
b) Şizofrenide anlamsal doygunluğa yol açan anlamsal olmayan etmenler: Bağlantı
c) Sinaptik depresyon ve anlamsal doygunluk ilişkisi nedir? Bağlantı
d) Birden fazla anlama gelen sözcüklerdeki anlamsal doygunluk durumu: Bağlantı
e) Eşadlı sözcüklerde anlamsal doygunluk: Bağlantı
KAYNAKÇA
[1] Titchener, E. B. (1915). A beginner’s psychology. NY: Macmillan.
[2] Basset, M.F. ve Warne, C.J. (1919). On the lapse of verbal meaning with repetition. The American Journal of Psychology 30-4. ss: 415-418.
[3] Lambert, W.E. ve Jakobovitz, L. A. (1960). Verbal satiation and changes in the intensity of meaning. Journal of Experimental Psychology 60(6). ss: 376-383.
[4] Wertheimer, M. (1960). Studies of some Gestalt qualities of words. In F. Weinhandl. (Ed.). Gestalthaftessehen: ergebnisse und aufgaben der morphologie. Darmstadt. German: Wissenschaftliche Buchgesellschaft. pp. 398-405.
[5] Kuhl, B.A. ve Anderson, M.C. (2011). More is not always better: Paradoxical effects of repetition on semantic accessibility. Pscyhon Bull Rev. 18. ss: 964-972.
[6] Jakobovits, L. A. (1965) Semantic satiation in concept formation. Psychological Reports 17, ss: 113-114.
[7] Jakobovitz, L. A. (1967). Semantic satiation and cognitive dynamics. 27 Mart 2015 tarihinde soc.hawai.edu adresinden erişildi. Bağlantı
Dil öğrenme metodolojileri geliştirilirken bunlardan yararlanılmaması mümkün değil (hatta gerekli) gibi gözüküyor. Zevkle okudum. Teşekkür ederim Emre Bey…
Tebrikler… severek okudum makaleyi… emeğinize sağlık
Emre Bey öncelikle bu güzel paylaşım için teşekkürler. bir şeyi 40 defa söylersek olmuyor bunun yanında bir de anlamını mı kaybediyor yani ?