Çok güzel bir akşam yemeği için kayınvalidenize para öder misiniz? Ya da sevgilinize sizi o güne dek çok sevdiği için teşekkür etmek amacıyla bir tomar para vermeyi önerir misiniz? Tersini de düşünelim: Patronunuz size maaşınızı vermek yerine maaşınıza eş değer bir hediye alsa ya da maaş yerine size bir şiir yazsa? Veyahut internette tanıştığınız birisi size 300 sayfalık bir çeviri için sadece bir fincan kahve ısmarlamak istese?
Bu soruların bir kısmına “Olur mu öyle şey? Ayıp olur” dediğinizi, diğer bir kısmına ise “Çalışmamın karşılığı bu olamaz” diye yanıt verdiğinizi duyar gibiyim. Örneklerin de, yanıtların da iki gruba ayrılmasının önemli bir nedeni var: Değerlere dayalı olarak iki tip düşünme biçimimiz olması ve bu soruların yarısının sosyal değerlerle (İng. “Social Norms”), bazılarınınsa pazar değerleriyle (İng. “Market Norms”) ilintili olması.
Margaret Clark, Judson Mills ve Alan Fiske tarafından tanımlanmış olan bu kavramlar, Dan Ariely’nin kaleme aldığı “Akıl dışı ama öngörülebilir” adlı kitapta tanıtılırken, bizlerin bakış açılarının bu değerlere göre nasıl değişiklik gösterdiği ikna edici bir biçimde ve bir takım deneylerle de desteklenerek anlatılıyor.
Ariely’nin James Heyman ile gerçekleştirdikleri deney son derece sade ama bu iki düşünüş biçimimizin etkilerini ortaya koymak bakımından son derece ilgi çekici bir deney. Deneklerden tek istedikleri ise bilgisayar ekranındaki bir daireyi yine ekrandaki bir kutu içerisine fareyle sürüklemek yoluyla taşımak. Daire bir kez kutu içine başarıyla sokulduğunda ekranda yeniden bir daire beliriyor ve denek aynı işlemi tekrarlıyor. Deneklerden bu işi 5 dakika boyunca sürekli olarak tekrarlamaları isteniyor. İşlem bu kadar; ancak sosyal değerler ve pazar değerlerinin ölçümü için farklı ödeme sistemleri kullanılıyor. Birinci gruba 5 dakika boyunca bu işlemi yapmaları için tam 5 USD ödeniyor. İkinci gruba ise sadece 0,50 USD; yani 50 sent. Üçüncü gruba ise hiç paradan bahsedilmiyor ve sadece sosyal bir yardım talebinde bulunularak bu işi yapmaları isteniyor. Sonuçları tahmin edin: Sizce en çok kutuyu kim taşıdı?
5 USD ödenen gruptakiler ortalama 159 daireyi kutuya taşımayı başarıyor. 50 sent ödenenler ise, beklenildiği gibi $5 ödenenlerden çok daha az: Ortalama 101 daire. Ancak hiç paradan bahsedilmeden sadece yardım istenen grupta olanlar ortalama 168 daireyi kutuya taşıyorlar. Yani sadece bir teşekkür karşılığında.
Buradaki mekanizma aslında son derece basit: İnsanlar herhangi bir konuyu değerlendirirken az önce bahsini ettiğim sosyal ve pazar değerlerinden hangisinin tetiklendiğine bağlı olarak iki farklı şekilde düşünüyorlar. Mesela birinden bir konuda yardım istediğinizde henüz “pazar değerleri” devreye girmemiş oluyor ve yardım talep ettiğiniz kişi (dostunuz, arkadaşınız, sevgiliniz veya tamamen bir yabancı) bunu Türkçe’deki karşılığı ile “hayrına” gerçekleştiriyor. Öte yandan herhangi bir miktar paradan bahsettiğiniz anda sosyal değerler rafa kalkıyor, pazar değerleri düşünce şekline egemen olmaya başlıyor ve zihinlerde “yaptığım iş aldığım paraya değecek mi?” mukayesesi beliriyor. Dolayısıyla bu aşamada talep edilen şey karşısında ne kadar miktar para önerildiği öneme biniyor.
“Bahsetmek” gerçekten de önemli bir fiil; zira hakikaten de düşünme şeklimizin çerçevesini o çiziyor. Bırakın doğrudan para önermeyi; paranın adını anmak bile pazar değerlerinin tetiklenmesine neden olabiliyor. Öyle ki, herhangi bir yardım karşılığında birine hediye vermeyi vaat ederseniz, bu hediyenin fiyatını anıp anmamak çok şey değiştiriyor. Airely’nin tasarladığı deneylerden birinde, “Snickers Çikolata” vaat etmekle “50 sent değerindeki Snickers Çikolata” vaat etmek anlamlı bir fark yaratmış ve hediyenin değerinin telaffuz edildiği grup edilmeyen gruptan daha düşük performans göstermiş. Demek ki birilerine hediye aldığımızda etiketini yırtıyor olmamız son derece doğru bir davranış!
Bu değer kavramsallaştırması, uzun vadede gönüllü yürüyen bazı projelerin niçin başarılı olduğunu da bizlere anlatma kabiliyetine de sahip. Mesela Stuart Sutherland’in “İrrasyonel” adlı kitabında dile getirdiği bir başka deneyde aynı olguya rastlanıyor. Deneyde bir üniversite gazetesi ve orada görev almak isteyen öğrenciler kullanılmış. Dört hafta boyunca sürdürülen deneyde, yazdıkları haber başına 0,59 USD ücret alan öğrenciler, hiçbir ücret almayan öğrencilerden daha az sayıda haber yazmışlar. Oysa tersini beklersiniz değil mi? Görünen o ki Vikipedi ya da Ekşi Sözlük gibi projelerin sadece gönüllüleri sayesinde, ücret ile örgütlenmiş pek çok başka kuruma göre daha başarılı olmalarının olgusal bir açıklaması var. Uzaklara gitmeyelim; Açık Bilim de son derece iyi bir örnek. Belki Açık Bilim de kalitesini ve istikrarını üyelerinin sosyal değerlerle hareket ediyor olmasına borçlu.
“Kıymete Binmek”
Az önce bahsettiğimiz deneyler talep edilen bir iş için önerilen karşılığa bağlı performansın ölçülmesini temel alıyordu. Peki sizden kıymetli (veya kıymetsiz) bir şey istendiğinde, onu bir “hiç” karşılığında sunar mıydınız? Yani bir konuda harekete geçip geçmeme kararınızı hangi değerlere göre hareket ettiiğiniz etkiler mi?
Kan bağışlamak hiç tanımadığımız bir insanın hayatını kurtarmak üzere gerçekleştirdiğimiz, sosyal değerler çerçevesinde düşündüğümüz bir eylem; ancak söz konusu kan bağışlamak olsa bile pazar değerleri düşünceye egemen olabilir. Sutherland’in aktardığına göre bir kan bağışı kampanyasında 1200 yetişkinden bir gruba verecekleri kan karşılığında 10 USD önerilirken, diğer gruba para önerilmemiş. Tahmin edin ne olmuş? Hiçbir ücret önerilmeyen gruptan çok daha fazla bağışçı çıkmış. Daha çarpıcı bir şekilde ifade etmek gerekirse, söz konusu para olunca, haber de, kan bağışı da “kıymete binmiş!”. Oysa sadece talep edilmesi yeterli olacakmış.
Benzer bir veri ise bir deneyden değil, gerçek bir olaydan elde edilmiş: Amerikan Emekliler Derneği (AARP) ihtiyaç duyan emekliler için ucuz avukatlık hizmetleri sağlamak için harekete geçmiş ve saati 30 USD’lik bir fiyat teklifi ile avukat arayışına çıkmış. Tahmin edebileceğiniz üzere bir saatini “sadece 30 USD” için harcayabilecek bir avukat bulamamışlar. Söz konusu programın müdürü dahiyane bir fikir bulmuş: Ücretsiz avukat aramak. Böyle sosyal bir fayda; yani ihtiyaç duyan emeklilere hizmet vermek için gönüllü olan pek çok avukat derneğin kapısını çalmış.
Tüm bu anlatılanlardan yola çıkarak belki de şunu söyleyebiliriz: Aslında hepimizin neredeyse çift kişiliği var. Hiçbir karşılık beklemeden emek, çaba ve vakit harcayan biz; ve bir de yaptığı işe karşılık ödenecek olan kıymete göre kendini ayarlayan biz –ve belki de hiç bulaşmayan-. Herhangi bir yardım ya da emek talebi karşısında bağlamımızı bize bunun nasıl istendiği, karşılığında ne önerildiği belirliyor ve bu bağlam oldukça güçlü olup nasıl davranacağımızın ve nasıl bir tutum takınacağımızın da çerçevesini oluşturuyor.
Şu Çevre Meselesi…
Hayattaki kişisel tecrübelerimiz zaten bizlere sosyal değerlerin pazar değerlerinden daha güçlü bir motivasyon kaynağı olduğunu gösterirler. Ailelerimizin ya da dostlarımızın bizler için, bizlerinse onlar için katlandıkları maddi, manevi tüm fedakârlıklar sosyal değerler çerçevesinde gerçekleşir. Annenize yatağınızı topladığı için 10 TL, size yemek yaptığı içinse 20 TL önerseydiniz, belki aynı hevesle size yemek yapmaz, bazı sabahlar yatağınızı toplamazdı. Ya da arkadaşlarınıza dertlerinizi dinledikleri her dakika için 1’er TL önerseydiniz bir süre sonra çevrenizde kimseyi bulamayabilirdiniz; zira sizi sevdikleri için size bir şeyler sunan insanlar artık ne yapıp yapmayacakları konusunda özgürdüler: Arkadaşlarınız yarım saatliğine olsun derdinizi dinlemeyi tercih etmediklerinde, sizin hatrınızdan değil 30 TL’den vazgeçmiş olurlardı sadece. Veyahut siz “Parasıyla değil mi kardeşim?” diyerek belki dakikası 2 TL’den sizi dinleyecek bir profesyonel bularak da misilleme yapabilirdiniz.
Şimdi bu bakış açısını devletlerin bir otorite aracı olarak para cezalarını kullanması alanına taşıyalım: Trafik cezaları ile aşırı hız önlenir mi? Maaş kesintileri ile yolsuzluk ya da usülsüzlük engellenir mi? Daha da önemlisi yaratılan karbon emisyonu ya da çevreye atılan atık miktarına göre belirlenen harçlar ve cezalar, çevreyi korumayı sağlar mı?
Örneğin Türkiye’de aşırı hız yaptığı radarla tespit edilen sürücülere kesilen ceza 350 TL civarında. Başka bir açıdan bakarsanız, yeterince zenginseniz eğer, tenha bir otoyolda aracınızla 220 km/saat hız yapmak sadece 350 TL’nize mâl olacak. Tamamen pazar değerleriyle düşünürseniz ve hız yapmayı da seviyorsanız belki de alacağınız zevke karşılık oldukça makûl bir ücrettir. Üstelik o sırada radar kontrolü olma olasılığı %10 ise, bu işin size ortalama maliyeti 35 TL’dir.
O zaman sosyal değerleri pek umursamayan –ya da çevreyi kirletmenize parasal bir ceza kesildiği için artık bu konuda sadece pazar değerleriyle düşünmeye başlayan- bir fabrikatörseniz, kirli, zararlı ama size milyonlar getirecek bir işi ufak bir getir-götür hesabıyla kârlı bulabilirsiniz. Borsada işlem gören bir şirket de olsanız –ki bu sizi SPK ilkeleri nedeniyle belli başlı sosyal sorumluluklara sahip olmaya zorlar- sadece mali tabloları inceleyen ve dolayısıyla pazar değerleriyle düşünen binlerce yatırımcınız büyük kârların yazdığı satıra, “cezalar” satırından daha büyük önem verecekler. Böylece tabiri caizse çevreyi kirletme hakkını satın almış olacaksınız!
Çözüm sosyal değerlerde gizli…
Hem girişte de bahsettiğimiz kitabın yazarı Dan Airely, hem de Pulitzer ödüllü çevreci antropolog Jared Diamond, büyük şirketlerin çevreyi kirletmelerine engel olmanın yolunun çevreyi korumayı bir sosyal değer haline getirmekten ve çevreyi kirletmenin ise pazar değerleriyle ölçülmesinden vazgeçilmesinden geçtiğini düşünüyorlar (Şu anki kanunlar tamamen bu yönde!).
Diamond, “Çöküş” adlı kitabında yöre halkının sevgisini ve saygısını kazanmak için diğer petrol şirketlerinin aksine, tesislerini kurduğu çevreye değer katan, olası bir çevre kirliliğini önlemek için sızıntıya ya da yangına karşı milyonlarca dolarlık emniyet sistemleri kuran Chevron’un faaliyetlerini anlatıyor. Sıkı bir çevreci olmasına ve genelde petrol endüstrisinin faaliyetlerine muhalif olmasına rağmen Diamond’u bir petrol devini överken görmek bana son derece şaşırtıcı geldi, ancak anlattıklarına bakılırsa zaten kendisi de şaşırmış. (Chevron kendi web sitesinde sırf bu iş için ” Operational Excellence Management System” adlı özel bir yönetim sistemi kullandığından bahsediyor.)
Gerçi Diamond, Chevron’un bu temiz faaliyetlerini “uzun vadede çevreyi kirletmenin ve halk nezdinde imajı bozmanın maliyetinin, çevreyi düzenlemek, korumak ve kazalara engel olmanın maliyetinden daha yüksek olduğunu” anladığı için yaptığını öne sürerek önünde sonunda yine pazar değerlerine bağlıyor, ancak bence bu doğru bile olsa, yine de önemli bir kazanımdır: Zira şirketler gerçek kişi değillerdir, tüzel kişilerdir ve bu şirketlerin borsaya kote olduklarını düşünürsek yüzbinlerce yatırımcıyı temsil ederler, vicdanlarını değil. Bu nedenle şirket yöneticilerini ve onlar aracılığıyla da yatırımcıları uzun vadeli hesaplarla düşünmeye zorlayarak, kısa vadede yüksek kâr hedefi için değil de uzun vadede yüksek kâr, temiz çevre ve böylelikle de sürdürülebilir bir Dünya için ikna etmek, “pazar değerleri içerisinde sosyal değerler” yaratmaya karşılık geliyor olabilir.
Bu yüzden Türkiye’de giderek sıklaşan çevre denetimleri ve giderek artan çevre cezaları kuvvetle muhtemel sınırlı bir etkiye sahip olacak. Tüketiciler olarak bizler, çevreyi kirletmeyen, doğaya ve insana kıymet veren üreticileri yüceltmeli, onlara çevreyi koruyarak halk nezdinde imajlarını düzeltmeyi bir sosyal değer olarak sunmalıyız. Yoksa cezalar caydırıcı olmaktan çıkıp, kârlı bir işteki gider kalemi haline gelirler.
Kaynaklar:
- Dan Ariely, Akıldışı ama Öngörülebilir, Optimist, 2010. http://www.idefix.com/kitap/akildisi-ama-ongorulebilir-dan-ariely/tanim.asp?sid=PL55IHRJ56TBVRVCHGQM
- Stuart Sutherland, İrrasyonel, Domingo Yayınları, 2009. http://www.magazaloji.com/Irrasyonel-Stuart-Sutherland,PR-325.html
- Jared Diamond, Çöküş, Timaş Yayınları, 2006. http://www.idefix.com/kitap/cokus-jared-diamond/tanim.asp?sid=GXWVK192RM5MJQN3N61N
Yazınızı çok beğendim ancak merak ettiğim bir şey var.
Bu dediğiniz yöntem sadece parasal değil hapis cezaları için de kullanılabilir mi?
Genel olarak insanlar bu şekilde suçların cezasız kalacağını düşünür. Çünkü çoğu kişiye göre suçları engellemenin tek yolu cezaların arttırılmasıdır. Sonuçta zengin biri bile olsa maddi durumuna göre verilecek bir cezayla bu da caydırılabilir.
bu deneyler bana kendi öğrenci evi tecrübemi hatırlattı. yemek nöbetleri konusunda sorun yaşıyorduk ve bazı günler yemeksiz kalıyorduk. çözüm olarak nöbetini yapmayanlara 10 liralık para cezası belirledik. fakat bu problemi çözmedi bilakis içinden çıkılmaz hale getirdi. artık “10 liramı veririm nöbetimi yapmam” anlayışı hakim oldu evde ve çok daha fazla günler yemeksiz kaldık.
bu örnek bir çok konuda “para karşılığı kuralları ihlal etme hakkı satın alma” düşüncesini eleştirmeme yardım ediyordu. yazınız ise konunun zihnimde daha netleşmesini sağladı.
Benzer bir durum yüzünden geçtiğimiz yıllarda Ekşi Sözlük’te isyan çıkmıştı. Bildiğiniz gibi Ekşi Sözlük’ün onbinlerce üyesi var hiçbiri hiçbir ücret almadan yazıyor. Bunların bir kısmı da moderatör ve hiçbir ücret almadan bu işi yapıyorlardı. Bu insanların amacı sadece fikirlerini paylaşmak, başka insanların yazdıklarını okumak, tartışmak ve yeni insanlarla tanışmaktı. Moderatörler ise sadece çok sevdikleri bu platformu korumak için bu işi hiçbir karşılık beklemeden yapıyorlardı.
Fakat şöyle de bir şey vardı: Ekşi Sözlük reklam gelirleri sayesinde yüklü bir miktar para kazanıyordu. Elde edilen gelir sitenin sahiplerinde kalıyordu. Bir gün moderatörler bunu fark ettiler ve kıyamet koptu. Tartışmalar başladı, siteden ayrılanlar oldu.
Bunun başka pek çok örneği var. Karşılık beklemeden yazan köşe yazarları, forma aşkına para istemeden sahaya çıkan futbolcular gibi. Hatta şirketinizin Apple gibi yeterince fanboyu varsa reklama para vermek zorunda da değilsiniz, fanboylar tutkuyla şirketi savunacak, herkese tavsiye edecek, kendisi de ürünleri kullanacaktır.
İnsanları hayrına bir şeyler yapmaya inandırmak, gittikçe yaygınlık kazanan bir iş modeli. Hatta mükemmel bir sömürü modeli. Tek kuruş vermeden insanları çalıştırıyorsun, bütün gelir sana kalıyor, işin görülüyor. Üstelik bu insanlar hayrına bir iş yaptıkları için mutlular, isyan etmiyorlar. Yeter ki onları iyi bir amaca hizmet ettiklerine inandırın. Bence bu dahice iş modeli iktisat ders kitaplarında okutulmalı.
Eve gelen misafirinize kek ve çay sunup karşılığında 10 tl ister misiniz?
Size misafir diye hitap eden bir havayolu ile uçarken çaya para ödemek de aynı normların kafada çarpışmasına sebep olur. Yolcu ne güzeldi halbuki.