Tuhaf günlerden geçiyoruz. Mevsimler bildiğimiz mevsimlere benzemiyor. İklim de bildiğimiz iklim olmaktan çıkıyor giderek. İlkin Haziran ayında Tuzla-Pendik civarında çıkan hortum hiç de alışık olduğumuz tarzda bir doğa olayı değildi bizler için. Devamı da geldi üstelik. Bazı uzmanlar Türkiye olarak yarı tropikal bir iklime hazır olmamız gerektiğini söylüyor.
İklime dayalı pek çok değişikliğin birinci dereceden şüphelisi uzun yıllardır dilimizin iyice alıştığı “küresel ısınma” mevzuu. Neticede Dünya kabaca kapalı bir kutu ve atmosfer ile örtülü. Bu kutunun içerisinde bize yaşanabilir koşulları sağlayan atmosfer bir hava kütlesi olmakla beraber öyle pistonlu küçük bir kaptaki gibi her noktası benzer özellikler gösteren (homojen) bir kütle değil. Her gaz kütlesi gibi onun da sıcaklık, basınç vb. değerleri var ama kutu bu kadar büyük olunca bu değerler yerine göre değişiklik gösteriyor. Zaten iklim denen olguyu da bu farklılıklar yaratıyor.
Dünya’mızın atmosferi bildiğimiz diğer atmosfere sahip gezegenlerinkine nazaran güzel bir denge içerisinde. Öyle Mars’taki gibi aylarca sürecek küresel kum fırtınalarına ya da Jüpiter’deki gibi sürekli hareketli ve elektrikli bir havaya sahip değiliz. Tam olarak da az önce söylediğim gibi: Bize yani insanlığa yaşanabilir koşulları sağlayan şey atmosferimiz. Yaşasın gaz küremiz!
Yeniden Hatırlayalım: Küresel Isınmanın Mekanizması
Küresel ısıma dediğimiz konu ise bilindiği üzere yine aynı atmosferin içerisinde yer alan sera gazlarından kaynaklanıyor. Güneş ışınları Dünya yüzeyine düşer. Işınlar atmosferden girip toprağa ulaşır ve enerjinin bir kısmı bu süreçte atmosfer, toprak ve su tarafından tutulur, diğer kısmı ise geri yansıtılır. Bu yansıtma süreci bildiğimiz yansımadır: Tıpkı üzerine ışık düşen nesneler gibi, onları görmemizi sağlayan bir yansıma. Şu an bilgisayarınızın önündeki tuşları bu sayede görürsünüz: Işık düşer, cisim bu ışığın bir kısmını soğurur, hangi renkte görüyorsanız eğer o rengi yaratan dalga boylarındaki ışığı geri yansıtmıştır. Bu kadar basit.
Güneşin ışığının Dünya’nın katı, sıvı ve gaz katmanları tarafından soğurulması yaşamı oluşturan ve idame ettiren başlıca faktörlerden biridir. Yani bu etki Dünya’nın yaşanabilir bir gezegen olması için elzemdir ve şiddeti şimdilik bizler için iyidir de. Ancak atmosferdeki sera gazlarının miktarı arttıkça bu soğurulmanın miktarı da arttığından ilk başta iyi olan şey giderek kötüleşmektedir. Sera gazları (karbondioksit, metan, su buharı, azot dioksit ve ozon) Dünya’dan geri yansıyarak çıkmasını beklediğimiz güneş ışığını soğurur ve ısının Dünya içerisinde hapsolmasına neden olurlar.
Fosil yakıtların yanmasıyla açığa çıkan karbondioksitin bir sera gazı olması nedeniyle son üçyüzyılda küresel ısınmanın miktarının özellikle arttığı biliniyor. Zira endüstri devrimi sonrasında bolca tüketilen ve halen de tüketilmekte olan petrolün, doğalgazın ve diğer fosil yakıtların içeriğinde bulunan karbon onların yanmasıyla birlikte milyonlarca yıldır bulundukları yerden kurtulup atmosfere salınırlar. Artan nüfus, kentleşme ve doğa tahribatı nedeniyle ormanların giderek azalıyor oluşu da kardondioksitin besin sentezi yoluyla tekrar atmosferden çekilmesini yavaşlatıyor. Son sekiz bin senede Dünya gezegeni, ormanlarından yarısından fazlasını kaybetmiştir ve bu kaybın yarısından fazlası da son 50 yılda gerçekleşmiştir. Başat bir etken olan kereste tüketiminin yanısıra tarım arazisine ve şehirlere yer açmak için ormanları kesmek bu kaybın başlıca nedenlerindendir.
Sözün kısası küresel ısınma olgusu giderek güçlenmekte ve gün geçtikçe gezegenimiz daha sıcak bir gezegen haline gelmektedir. Küresel ısınmanın endüstri ile ilişkisi bugüne kadar pek çok kez pek çok yerde işlendi. Artık bunu biliyoruz. Bu yüzden bu yazıda endüstri aracılığıyla atmosfere salınan gazların küresel ısınmaya katkısından değil göz önünde bulunmadığından pek de bilmediğimiz bir etmenden bahsedeceğim: Tarım ve Hayvancılık.
(Önce şu uyarıda bulunmalıyım… Buradaki ana fikir kesinlikle “Aslında sanayinin yarattığı kirlilik abartılıyor ve küresel ısınma bir yalandır” değil. Daha önce dergimizde yayınlanmış olan şu yazıda küresel ısınma inkârcılarının bu yolla çeşitli faydalar elde ederek halkın kafasını karıştırmayı iş edindiklerinden bahsetmiştik. Aldanmayınız, itibar etmeyiniz…)
“O son butu yemeyecektin!”
Karbon… Yaşamımızın temeli. Dört bağ yapabilmesi sayesinde başta proteinlerimiz olmak üzere milyonlarca ve hatta milyarlarca organik molekül inşaatı potansiyeline sahip. Doğada bu tip bir kabiliyete sahip olan diğer element silikondur ama silikonlu bileşikler genelde o kadar serttir ki canlılığın silikon üzerine inşası pek mümkün olmazdı. Kısacası karbon tüm canlılığın ortak malıdır. Adresini sorarsanız kendisi toprakta bolca bulunuyor.
Tarımın küresel ısınmaya etkisi çeşitlidir:
Her şeyden önce toprakta bağlı olan karbon tarımla birlikte açığa çıkar, ama bu yeni bir şey değil, zirâ doğal bir süreç olduğundan avcı-toplayıcı olduğumuz dönemlerde de bu süreç hep vardı. Ancak insan tarım yapmaya başladıktan sonra toprak çok daha hızlı bir şekilde karbon zenginliğini kaybetti ve toprakta olanın atmosfere karışmasını daha da hızlandırdı.
Üstelik tarım ürünlerini bizlerin ve hayvanların yemesi sonucunda etkili olan bir başka süreç daha vardır: Yediklerimizi sindirdiğimiz, çeşitli yollarla doğaya bıraktığımız ve bu esnada da atmosferin de bundan nasibini aldığı süreç. Sindirim neticesinde açığa çıkan gazlar ve katı atıklar atmosfer için başka bir sera gazı kaynağı haline gelir.
Tarım toplumlarının miktarı arttıkça artan bu iki etkiye bir üçüncüsü topraklar zenginliklerini kaybettiği zaman eklenir: Gübre. İleride detaylarını vereceğimiz üzere, toprağın kaybettiği zenginliği telafi etmek üzere kullanılan gübre başka bir sera gazı kaynağıdır. Kısacası “beslenmek” başlı başına bir küresel ısınma nedenidir.
Geleneksel tarım ve hayvancılık insan nüfusunun ve dolayısıyla da besin tüketiminin az olduğu çağlarda yine de büyük bir etkiye sahip olmasa gerek. Peki ya şimdi?
İnanılmaz gelebilir ama tarım ve hayvancılığın küresel ısınma nedenleri arasındaki yeri %18’lik payıyla oldukça yüksektir. Bu yüksekliğin nedeni besin endüstrisi. Ya da daha özel olarak ifade edecek olursak endüstriyel tarım ve hayvancılık diyebiliriz. Özellikle tarım ve hayvancılık faaliyetleri sırasında açığa çıkan gazlar karbondioksitten çok daha etkili sera gazlarıdır: Metan ve azot dioksit. Kendileri karbondioksite göre sırasıyla 23 kat ve 296 kat daha fazla sera gazı etkisi yapar.
Metan büyük ölçüde hayvanların sindirim sisteminin bir ürünü olarak ortaya çıkıyor. Sadece hayvanların gaz çıkarmasından ötürü atmosfere karışan metan gazının 90 milyon tondan fazla olduğunu söylesem? Ve 2,2 milyar ton karbondioksitin etkisine karşılık geldiğini? Tabii ki bu sayılar tek başına bir anlam ifade etmeyecek. Bu yüzden yüzde olarak ifade etmem daha doğru olur: Sadece çiftlik hayvanlarının (büyükbaş ve küçükbaş) çıkardığı gazın küresel ısınmaya katkısı %5 dolaylarında. İnanılmaz değil mi?
Ve maalesef çok etkili bir sera gazı olan metan sadece yellenme yoluyla atmosfere karışmıyor. Bilindiği üzere hayvan dışkıları tarımın ortaya çıkmasından bu yana gübre olarak kullanılırlar. Bu gübrelerin toprağa bekletilmeden ve doğrudan uygulanması açığa çok fazla metan çıkmamasına neden olur ancak bu dışkıların işlenmesi, bekletilmesi ve stoklanması atmosfere metan gazı salınımının devamına neden oluyor. İşte bu de endüstrileşmenin bir “götürüsü”.
Maalesef burada bitmiyor! Gübrelerin toprakta geçirdiği süreçler, yani nitrifikasyon ve denitrifikasyon süreçleri bu defa da açığa azot dioksit çıkmasına neden olur. Ki kendisin karbondioksitten 296 kat daha etkili olduğunu da söylemiştik. Yani gübrenin eldesi de, stoklanması da, kullanımı da küresel ısınmaya ziyadesiyle katkıda bulunuyor.
Aşağıdaki tablo hangi tarım ve hayvancılık faaliyetinin toplam tarım ve hayvancılık karbon salınımı (emisyonu) içerisinde ne kadar payı olduğunu gösteriyor:
Faaliyet | Pay |
Tarım faaliyetlerinde gübre kullanımı | %61 |
Hayvanların sindirim sistemleri | %18 |
Gübre stoklama, işleme ve taşıma | %9 |
Tarım faaliyetleri için kullanılan fosil yakıtlar | %7 |
Diğer | %4 |
Toplam T&H Karbon Emisyonu | %100 |
Genel Emisyon İçerisindeki payı | %18 |
Bazı spesifik nedenlerden ötürü de tarım küresel ısınmaya katkıda bulunabilir, ki bu nedenler tabloda diğer başlığı altındadır. Sözgelimi çeltik tarlaları su ile kaplı olduklarından atmosferik oksijen toprağa ulaşamaz. Bu nedenle topraktaki organik materyaller anaerobik solunumla parçalanırlar, ki bu da açığa metan gazı çıkmasına neden olur.
Şu halde gerçekten de besin üretiminin küresel ısınmaya katkısı dolayısıyla aslında tam bir baş belası olduğunu söylemek mümkün! Science dergisinden Nathan Fiala’nın yaptığı bir benzetmeyle “200 gramlık hamburger köftesinin küresel ısınmadaki payı neredeyse 1300 kg’lık bir aracın 20 km. gitmesine eşdeğer”. Üstelik bu durum bacasından dumanlar tüten bir fabrika ya da yağ yakan bir kamyon kadar göz önünde olmadığından pek aklımıza düşmüyor.
Sorun nerede? Nasıl çözeceğiz?
O halde ne yapacağız? Beslenmeyecek miyiz?
Bundan kaçış yok. En iyi ihtimalle vejetaryen olarak hayvan tüketmekten kaçınabilirsiniz ama tarım ürünlerinden kaçınmanız pek mümkün değil. (Daha önce yazmış olduğumuz yapay et‘ten de bu noktada bahsetmek gerek…)
Şu halde bu duruma çözüm bulunmalı.
Ağır kimyasal gübre kullanımının sınırlandırılması çözümlerden birisi. Bir diğeri de tarım yapılan arazi ile hayvancılık yapılan arazilerin birleştirilmesi. Uzmanlar her iki faaliyetin de aynı alanda gerçekleştirilmesinin karbon salınımını ciddi şekilde düşüreceğine inanıyor.”Tarımsal Ormancılık” (İng: Agroforestry) olarak anılan, tarım alanlarının ağaçlandırılması da soruna katkı sağlayan küçük çözümlerden. Üretimin yerelleştirilmesi de çözümlerden birisi: Tarım ve hayvancılık endüstrisinin yarattığı salınımın %7’si bu faaliyetler için kullanılan fosil yakıtlardan kaynaklanırken gübrenin nakliyesi de salınım kaynaklarından birisi. Şu halde lojistik başlı başına bir problem olduğu için tarımın yerelleştirilmesi iyi olacaktır.
Öte yandan salınımı azaltmayan ancak salınmış olanı geri toprağa bağlayan ve bu sayede gübre kullanımını azaltan çözümler de mevcut. Bu çözümlerden birisi örtü bitkisi kullanımı. Bu yöntem “Yeşil Gübreleme” olarak da anılıyor, çünkü örtü bitkileri olarak anılan bitkiler atmosferdeki azotu tekrar toprağa bağlayabiliyorlar. Tarım’da örtü bitkisi kullanımı aynı zamanda toprağın zenginliğini arttırması, nemini muhafaza etmesi, erozyonu azaltması ve zararlı kontrolü sağlaması gibi daha bir dizi başka faydaları nedeniyle gün geçtikçe artıyor.
Ama bana sorarsanız bu çözümlerin pek çoğu yine de hâlâ yüzeysel, çünkü şahsi düşüncem insan nüfusunun fazlalığının temel problemi teşkil ediyor olduğu. Yani tüm bu üretim ve tüketim çılgınlığı bir şekilde gelip insan sayısına dayanıyor. Artan nüfusu beslemek için endüstriyel tarım ve hayvancılık maalesef şart, aksi takdirde bu kadar insanı doğal tarım ve hayvancılıkla doyurmaya çalışmak maliyetlerinden ötürü gıda fiyatlarının yükselmesine neden olacak. Mevcut ekonomik sistemin buna elverişli olduğunu söylemek de zor. Bu yüzden “nüfus planlama” ve “doğum kontrolü”, insan nüfus artışının bu yolla sınırlandırılması kök nedeni ortadan kaldırabilir. Yeni Malthusçuluk başlığı altında sınıflandırılabilecek olan bu fikir akımı kulaklara pek demokratik gelmeyebilir ama aşağıdaki belgesel parçasını izledikten sonra belki siz de bir miktar böyle düşünebilirsiniz.
[youtube https://www.youtube.com/watch?v=_8nErJYB3-M&w=480&h=360].
Ayrıca endüstriyel tarımı sadece karbon salınımı açısından değerlendirmek de indirgemeci bir yaklaşım olur. Yukarıdaki videoda özellikle tüylerinizi ürperttiğini tahmin ettiğim ilk sahne insan türünün diğer türler üzerindeki tahakkümünün etik boyutu hakkında da durup düşünmemize neden oluyor. Sahi, bu Dünya’daki en organize ve zeki tür olmamız bize diğer türleri sıkış tepiş bir alanda istifleyip, makinelerle toplayıp, onları çekmecelere tıkıp, uygun bir biçimde öldürdükten sonra seri üretim hatlarında parçalara bölme hakkını veriyor mu?
Veterinerlik alanında “etik” bir devrim yaptığını düşündüğüm Temple Grandin’in kendi hayatını konu alan filmden yine kendisinin sarf ettiği şu cümleleri de yeri gelmişken aktarmak istiyorum:
Tamam, kabûl… Bir şekilde hayvanları besliyor ve sonra kesip yiyoruz. Yüzbinlerce yıldır da böyle; ama en azından biraz saygıyı hak etmiyorlar mı?
Kaynaklar:
Kapak Fotoğrafı: tricky (rick harrison) via Compfight cc
- “Metan emissions from Cattle” – http://www.journalofanimalscience.org/content/73/8/2483.full.pdf
- “How Meat Contributes to Global Warming?” – http://www.scientificamerican.com/article/the-greenhouse-hamburger/
- “Are cows the cause of global warming?” – http://timeforchange.org/are-cows-cause-of-global-warming-meat-methane-CO2
- “The role of livestock in climate change” – http://www.fao.org/agriculture/lead/themes0/climate/en/
- “Global warming – agriculture’s impact on greenhouse gas emissions” – http://www.extension.iastate.edu/agdm/articles/others/takapr08.html
- “Supporting Climate-Friendly Food Production” – http://www.worldwatch.org/supporting-climate-friendly-food-production-0
- “Organik Tarımda Örtü Bitkilerinin Kullanımı” – http://egeweb.ege.edu.tr/zfdergi/edergiziraat/2006_cilt43/s2/153-164.pdf
Belki de yapay et de çözümün bir parçası olabilir. :)
http://www.acikbilim.com/2013/10/dosyalar/biraz-kok-hucre-biraz-sogan.html
Bence üç parçalı bir çözüme ihtiyaç var. Çünkü gezegendeki herkesi et tüketmekten vazgeçirmek olanaksız, öte yandan yapay eti herkese benimsetmek de olanaksız. İnsan nüfusunun büyüklüğü de ayrı bir sorun. Bence üç şey bir arada uygulanmalı:
1) Et tüketimi mümkün olduğunca azaltılmalı. Bu yazıda ve Bahadır Ürkmez’in yapay etle ilgili yazısında belirtildiği gibi et üretimi tarımsal faaliyetin çoğunu sömürüyor, büyük miktarda karbon ayak izi bırakıyor ve her yıl milyonlarca canlının acımasızca öldürülmesine neden oluyor.
2) Et tüketiminin kalan kısmı ise mümkün olduğunca yapay etten karşılanmalı. Yapay et, bildiğimiz ete göre çok daha çevreci ve hiçbir hayvanı öldürmeye, köleleştirmeye gerek duymadan et üretmenin iyi bir yolu.
3) Nüfus artışı kontrol altına alınmalı ve hatta nüfus biraz düşse iyi olur. Çünkü gezegenin bu kadar insanı kaldıracak gücü olmamasının yanı sıra aşırı nüfus kitlesel işsizliğe, yoksulluğa ve gıda üretiminin yetersiz kalmasına neden oluyor. “2050’de Dünya nüfusu 9 milyar olacak, bu kadar insanı nasıl doyuracağız” sorusu haklı bir soru, fakat “nüfus artışının nasıl önüne nasıl geçeriz” diye de sormalıyız. Elbette Çin’deki gibi çocuk yapmayı sınırlarsak bu insanların özgürlüğüne müdahale etmek olur. Aslında bu kolay iş, politikacılar aileleri “en az üç çocuk” yapmaya teşvik etmeseler, onun yerine “bakabileceğiniz kadar çocuk yapın” deseler, “istediğiniz kadar çocuk yapmakta özgürsünüz ama siz yine gelir durumunuzu düşünerek hareket edin ve gezegenin iyiliği için az çocuk yapmayı bir düşünün” deseler iyi olurdu. Ve ayrıca insanların güvenli seks konusunda bilinçlendirilmesi, korunmaya yönelik araçlara ulaşımlarının sağlanması da önemli. Bu sayede nüfus artışı hız kesebilir.
Bu üçü bir arada uygulanırsa hayvancılığın yarattığı tahribatın durdurulabileceğini düşünüyorum. Tarımın yarattığı tahribat ise hayvancılık azaldığı ölçüde azalabilir ama kalan kısmı da doğaya zararsız teknolojilerle yapılmalı.
Makale için teşekkürler. Konuyu sadece küresel ısınma bazında değerlendirmemeniz de taktir edilesi. Albert Einstein çok önceleri şöyle bir söz şöylemişti;
“Vejetaryenliğin yayılması kadar insanlığın sağlığına ve dünyada hayatta kalmalarına fayda sağlayacak başka bir şey yoktur.”
Geleceği, çoğu sefer berrak bir şekilde gören Einstein gene yanılmamıştı. Bugün net olarak biliyoruz ki, bireysel olarak küresel ısınmaya en kolay ve en iyi katkıyı verebileceğimiz tek seçenektir vejetaryenlik ve veganlık. Tatlı su kaynaklarına değinmiyorum bile. Bu konuyla ilgili farklı kaynaklardan okuma yapmak isteyenlere şu yazıları önerebilirim;
http://www.haberturk.com/yazarlar/neva-ciftcioglu-banes/987831-agzimizdaki-seytan
https://www.facebook.com/notes/d%C3%B6n%C3%BC%C5%9F%C3%BCm-at%C3%B6lyesi/etsiz-pazartesi/215079275323869
Ve şu belgeselleri;
http://cowspiracy.com/
http://www.youtube.com/watch?v=bJLnNoC8guM
Konuya hayvanlar açısından bakacak olursak, tartışmasız, Dünya tarihinin en istikrarlı soykırımı hayvanlar üzerinde yapılmıştır. Isaac Bashevis Singer şu sözü söylemiştir; “Hayvanlar için bütün insanlar bir Nazi; hayvanlar için bu, sonsuz Treblinka’dan başka bir şey değil.” Çoğu sefer görmezden geldiğimiz büyük bir soykırım…
Son olarak, yazı için tekrar çok teşekkür ediyorum ve Michael Shermer’in makalesini ve bahsettiği belgeseli daha fazla araştırma yapmak isteyenlere öneriyorum;
http://www.michaelshermer.com/2014/01/confessions-of-a-speciesist/
Et Atlası raporunun türkçesi de çıkmış. Okumak isteyenler olur diye buraya da koyuyorum;
http://tr.boell.org/tr/2014/10/08/et-atlasinin-turkcesi-cikti