Margaret Mead,
Margaret Mead, iki yerli Samoa’lı genç kız arasında. 1926

Ruh ve beden

Belki insan insan olduğundan beri üzerine kafa yorulan bu diyalektiğin, bugün hâlâ akademisyenlerin, entellektüellerin, din üzerine kafa yoran ilahiyatçılar arasında önemli bir tartışma konusu.

Bu konunun tamamını kapsayacak bir yazı yazmamın imkanı yok.

Ancak ruh ve beden diyalektiğinin modern izdüşümü olan kültürler ve genler arasındaki ilişki uzun zamandır kafamı meşgul etmekte. O yüzden size bu konuda düşüncelerimi çerçeveleyen akımları ki bunlar genelde antropoloji teorisi çerçevesinde şekilleniyorlar, jargonlardan kaçınarak, bahsetmek istiyorum. Daha fazla bilgi edinmek isteyenlere yazının sonunda kısa bir kaynakça hazırladım.

Tek bir yazıya sığmayacağından, bunu bir yazı dizisi olarak sunmaya çalışacağım. Bu ilk yazıda, Amerikan üniversitelerinde insanı insan yapan unsurların nasıl değişik bağlamlarda çalışıldığından dem vuracağım.

 

Kültür: Terbiyesiz profesör Gregory Urban

Doktoramı antropoloji üzerine yapmaya karar vermiş ve Philadelphia şehrinin yolunu tutmuştum. Aldığım ilk ders, ‘Kültürel antropoloji’ idi. Moleküler biyoloji temelli olduğum için tedirgindim ve tam olarak ne beklemem gerektiğini bilmiyordum. Ders ünlü (ve ölü) bir antropoloji hocasının (merak ederseniz Loren Eisely) değiştirilmeden korunmuş ofisinde, kafatasları, deri kaplı tozlu kitaplar ve yağlıboya resimler arasında veriliyordu. Oda tedirginliğimi daha da artırıyordu.

Dersi verecek olan Dr. Greg Urban derse tam zamanında geldi. Ve kısa bir girişten sonra, bana döndü ve ‘aramızda bir Türk var sanıyorum’ dedi. Hemen heyecanla kafamı sallayarak onayladım. Dr. Urban, acemice başparmağını işaret ve orta parmakları arasına almak sureti ile bana son derece kaba bir el hareketi yaptı.

Hayretimden sinirlenememiştim bile.

Etrafıma bakıp, acaba Amerikan okullarında yaygın olan hazing (yeni gelenleri gruba dahil etme sırasında yapılan hazing (rituelistik şakalar) geleneklerinden birisi mi diye düşündüm. Ama diğer öğrenciler de şaşkınlıkla bir bana, bir de hocaya bakıyorlardı. Sonra kendimi toparlayıp bu hareketin çok terbiyesiz olduğunu söyleyebildim kem küm. Dr. Urban bana dönüp özür diledi daha sonra sınıfa: ‘Ömer’in neden bu kadar rahatsız olduğunu anlayabildiniz mi?’ diye sordu ve cevabı beklemeden devam etti:

‘Bu derste öğrenmeniz gereken tek bir şey varsa, o da kültürün göreceli olduğudur. Bir topluluğa terbiyesiz gelen, diğer toplumlar için tamamen başka anlamlar ifade edebilir.’

Daha sonra Gregory Urban’ın temsil ettiği düşünce akımını daha iyi anlamaya başlamıştım. Bu akım, insanı insan yapan unsurlar arasında ‘kültür’ konseptini en üste koyuyorlar, biyolojinin etkisini ise yok sayıyorlardı. Kıta Avrupası’nın post-modern ve faşizm-karşıtı akademik çevrelerinde ortaya çıkmış ve Amerika’nın önemli üniversitelerinde çok tutulmuş bir akım olduğunu öğrendim. Antropolojinin egzotik bağlamında okuduğum kitaplar ve makalelerin de etkisi ile, bu akımdan kısa zamanda çok etkilendim. Örneğin bir insanın dünya hakkında düşüncelerinin içinde doğduğu dil ve kültür içinde geliştiği ve şekillendiği ile ilgili bir dizi çalışma, beni ürkütecek kadar etkilemişti. Akraba isimlerinden, fiillerin çekimine, dilimiz belki de gerçekten bir konu ile ilgili düşüncelerimizi, kararlarımızı, ahlâki değerlerimizi ve hatta bilim yapma sürecimizi etkiliyordu.

Bu kültür bazlı akım gerçekten de çok önemli katkılar yapmıştı düşünce sistemimize. Bu konuda verebileceğim, onlarca örnek arasından, son yüzyılın en ilginç entellektüellerinden olan Margeret Mead’in (http://en.wikipedia.org/wiki/Margaret_Mead) ‘Coming of age in Samoa’ (‘Samoa’da ergenlik’) çalışmasını vermek istiyorum.

Mead’ın bu kitaptaki en önemli gözlemi, neredeyse her toplumda son derece önemli bir yeri olan ergenlik olgusunun, toplumdan topluma değişkenlik göstermesi. Mead’a göre, ergenlik, ve ergenlik bağlamında seks, doğurganlık, vb. olgular biyoloji çerçeversinde değil de, toplumların kültürleri içinde inşa edilmekte. Bu sonuca erişmek için, Mead, Amerika’lı ve Samoa’lı kadınların ergenlik süreçlerini karşılaştırıyor.

Amerika, 1920’lerde artık modernitenin ve çoklu kültürün egemen olduğu bir toplumken, Samoa uzun geçmişli geleneklerin ve tekil bir kültürün hüküm sürdüğü bir toplum. Ergenlik, Amerika’lı kadınlar için bir çok kültürün içide, kadınların seksüel ve bireysel kimliklerini şekillendirdikleri, onlarca politik, ahlaki ve dini diskur içinde baskı alına alınmış travmatik bir süreç. Samoa’da ise ergenlik travmatik olmayan, tek tip bir toplumun belli başlı kültürel kuralları etrafında tanımlanmış, hayatın diğer aralıklarından çok da farkı olmayan bir süreç.

Mead’in küçük bir ada toplumunun 600 kişilik bir köyünde yapılmış bu karşılaştırmalı gözlemi, İkinci Dünya Savaşı öncesi batı dünyasının genel-geçer varsayılarına meydan okuyordu. Ergenlik kadınlar için düşünüldüğü gibi biyolojik değişimler ve hormonal çalkalanmalarla tanımlanan, travmatik ve uyum sağlanması gereken bir süreç değildi belki de. Dahası, bir genç kadının ahlaki ve toplumsal sorumlulukları Amerika ve Samoa arasında inanılmaz farklılıklar gösteriyordu. Mead’ın danışman hocası ve benimde kendimi tanımladığım bütünsel antropoloji akımının mimarı Franz Boas’ın, Mead’ın kitabına yazdığı önsözde geçen bir cümle kitabın önemini özetlemektedir:

‘Kibarlık, alçakgönüllülük, uygun davranış ve ahlak kurallarına uyum evrensel olarak önemlidir. Ancak, kibarlığın, alçakgönüllüğün, topluma uyumlu davranışın ve ahlak kurallarının ne olduğu evrensel değildir. Bu olguların hiç beklenmedik şekillerde farklılık göstermesi [toplumları anlamak için] son derece öğreticidir.’

Bugün, Mead’ın öncülük ettiği entellektüel akım hala gücünü korumakta.

Vanderbilt Üniversitesi’nden Ted Fischer ile olan bu röportaj buna iyi bir örnek:

Sonuç olarak, ilk yılımın sonunda, Mead’ın ve diğer kültürel antropologların kitapları beni çok etkilemişti. Türkiye’deki insanların tarihini çalışmak için sadece genetik çalışmaların yeterli olmayacağını, dil ve kültür dinamiklerinin de çalışılması gerektiğine kani olmuştum.

İnsanı insanı yapan özelliklerin biyolojik bir yapıdan ziyade, kültürün ‘ağları içinde’ yoğrulmuş bir kompleks tarihin içinden çıktığı mantıklı görünüyordu bana.

 

Genler – Evrensel algoritmalar

Edebi olarak, bilimsel anlatımın kat ve kat üstünde etkileyici olsa da, kafamda kültürel antropoloji ile ilgili kuşkuların belirmesi de uzun sürmedi. Öncelikle, insanların kültürleri arasındaki farklılıkların, her ne kadar büyük olsa da, bazı genel geçer kurallar etrafında döndüğünü okuyor ve gözlemliyordum. Örneğin, kültür cinsiyet rollerinden, akrabalık ilişkilerine kadar seks ile ilgili her konuda belirleyici olsa da, bütün bu karmaşık ve toplumdan topluma değişen kurallar, her zaman temelinde biyolojik bir olgu olan üreme çevresinde şekilleniyordu. Daha hafif arkadaş tartışmalarında, dilin biyolojik bir fenomen mi olduğu sorusuna, tabii ki, sonuçta ağzımız olmasa nasıl konuşurduk cevabını verdiğimi hatırlıyorum. Sonuç olarak, eninde sonunda, kültürün insanı insan yapan unsurlar arasında yeri çok önemli ise de, biyolojinin tamamen yok sayılmasında bir problem olduğunu içten içe hissediyordum.

Ancak, kültürel antropoloji ne kadar kapsayıcı ise, insan doğasını biyoloji üzerinden çalışan disiplinler de tam tersine o kadar indirgemeci idi. Doktoramın sonraki senelerinde, tıp fakültesinde ve biyoloji departmanlarında verilen toplum genetiği ve genom bilimi dersleri yoğunluğunu arttırdı. Bir anda kültürel görecelilikler diyarından, biyolojik genellemeler dünyasına geçmiştim. Bir yandan yaşayan ve şimdiye kadar yaşamış tüm hayatı birbirine bağlayan, evrim kuramının çerçevesinde, genetik verinin dantelleri ile örülmüş, her organizmanın birbirine bağlı olduğu, genel-geçer ağları anlamaya çalışıyor, bir yandan hem böceklerin muazzam çeşitliliğini, hem insanların bir tür olarak kısacık geçmişlerini anlamak için kullanabileceğimiz, evrensel toplum genetiği teorilerini öğreniyordum.

Darwin’in hüküm sürdüğü biyoloji bölümünde, hatasal genetik değişimler, bu değişimlerin yarattığı farklılıklar ve bu farklılıkların zaman içerisinde şans veya doğal seçilim üzerinden toplum içinde varlıklarını sürdürmeleri süreci, insanı insan yapan bütün özellikleri açıklayabiliyordu. Bu dünyada, primatların dallı budaklı ağacının, kısa, incecik bir dalıydı insan. Bu büyük maymun türü 200.000 sene önce Afrika’da ortaya çıkmış, 100.000 seneden uzun süre Afrika’nın dışına çıkmamış ve 50.000 sene önce Avrasya’ya yayılmış, son 10.000 senede de inanılmaz bir nüfus artışı göstermişti. Şempanze ve orangutan gibi diğer büyük maymunlara göre nüfusu çok fazla olmasına rağmen, insan türü diğerlerine göre çok daha az genetik çeşitlilik göstermekteydi. Tabii bir de, diğer primatlardan daha büyük beyinli olmaları ve iki ayak üzerinde yürüme meselesi vardı ki, bunlar daha tam cevaplananamış sorulardı, ve primat biyolojisini ve genomunu daha iyi anlamaya ihtiyacımız vardı.

Bütün bu biyolojik açıklamalar, her ne kadar ilginç olsa da, insanların kültürel karmaşıklığını anlamak için oldukça yararsızdılar. Bu konuya tamamen biyolojik açıdan bakan Stanford Üniversitesi’nden Robert Sapolsky’nin konuşması, biyologların insan üzerine ne nasıl düşündüğünü iyi özetliyor kanımca:

 

Kafa karışıklığı ve yeni açılımlar

Kültürel antropologlar ve biyologlar aynı üniversitenin birbirinden 100 metre uzaktaki iki binasında çalıştıkları halde, tamamen iki farklı dil konuşuyorlardı. Bu iki grup entellektüelin arasındaki etkileşim, genelde birbirlerinin fikirlerini eleştirmek üzere gelişiyordu.

İnsan, bir olgu olarak parçalara ayrılmış, üniversitenin değişik bölümlerine dağılmıştı.

Üçüncü senemi bitirdiğimde kafam karmakarışıktı. İnsanı çalışmak istiyordum, ancak bunu en iyi nasıl yapacağımı bilmiyordum. Örneğin, kompleks bir sanat eserini, Suç ve Ceza romanını yazarken Dostoyevski’nin ruh halini, bu kitabın insanlar ve toplumlar üzerindeki etkisini, yazım sürecinde etkili olan tarihsel ve toplumsal bağlamı sadece biyolojik indirgemeler üzerinden anlamamız mümkün görünmüyordu. Aynı zamanda, Suç ve Ceza’nın ana teması, ahlak ve insan doğası üzerine, kafa yorarken, ahlakın, insan toplumunun, ‘suç’ ve ‘ceza’nın biyolojik kökenlerine aklımın kaymasına da engel olamıyordum.

Bu durumun bana özgü olmadığını ve tarihsel, önemli bir tartışmanın ortasında küçük bir nokta olduğumu anlamam çok zaman almadı. Bu sorunu direk olarak çözmek yerine, araştırmalarımı kültürün nispeten indirgenebildiği, genlerden gelen bilginin de açımlanabildiği bağlamlarda sorular sormaya başladım.

Bunun için aynı Margaret Mead gibi kültürel yapının nispeten daha az değişken olduğu küçük boyutlu toplumları seçtim ve İç Anadolu köylerinde bazı çalışmalar yaptım. Bu çalışmaların ana hipotez son derece basitti:

Kültürel yapılar (örneğin köyün kurulması ve kökenleri ile ilgili öykülerin), toplumlar (köyler) arasındaki gen alışverişini (evlilikleri) düzenler.

Gerçekten de İç Anadolu’da çalıştığım birbirine yakın 4 köy kendilerini sadece belli bir arazide yaşayan insanlar grubu olarak değil de, aynı kökenden gelen ve diğer köylerden farklı özgün bir kültüre sahip topluluklar olarak tanımlıyorlar. Bu da direkt olarak bir köyün hangi diğer köylerle ‘kız alıp vereceğine’ karar veriyor. Bunun genel açılımı ise kültürün insan genlerinin yapısında önemli bir etken olduğunu gösteriyor.

Yaptığım çalışma, kültür ve genlerin birbiri ile ilgili olan ilişkisini birleştiren onlarca yeni çalışmadan sadece birisi. Biyokültürel açılımlar hakkında yazacağım sonraki yazımda, kültür ve genlerin birbiri ile çelişmeden ve hatta birbirlerini tamamlayıcı olarak kullanıldığı bu çalışmalardan bahsedeceğim. O yazıda görüşmek üzere.

 

Daha derinlere inen kitaplar

Yorum Ekle

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ömer Gökçümen

Ömer, New York Eyalet Üniversitesi Biyoloji bölümünde yardımcı doçent. Ekibiyle beraber genetik teknikleri kullanarak insanı insan yapan özellikleri ve insanlar arasındaki farklılıkları evrimsel ve antropolojik bağlamda anlamaya çalışıyor. Eğitimini Boğaziçi, Pensilvanya ve Harvard Üniversitelerinde tamamladı.