Meşhur Stradivarius kemanlarının o muhteşem sesinin kaynağı bulundu: Kendi beynimiz. Peki ama nasıl, neden?

Keman virtüözü Joshua Bell’in Washington’da kaldığı otel, metro istasyonuna çok yakındı, ama taksi tuttu. Elindeki kemanı tehlikeye atamazdı. Ünlü İtalyan usta Antonio Stradivari’nin 1713’te yaptığı bu “Stradivarius”a birkaç yıl önce neredeyse 4 milyon dolar saymıştı. Önceki kemanı da bir Stradivarius idi ama onu sadece (!) 2 milyon dolara satabilmiş, üstünü tamamlamak için bir hayli borca girmişti.

Konser vereceği yer metro istasyonuydu, kıyafeti de ona göreydi. Beyzbol şapkasını çekti, ünlü kemanını çıkardı, birkaç gün önce Boston’daki konserinde çaldığı parçaları çalmaya başladı. Bakalım sabahın sekizinde işine koşanlardan kaçı bu ünlü virtüözün, elindeki meşhur kemanıyla verdiği bu 45 dakikalık halk konserinden etkilenecekti? İşbirlikçisi Washington Post gazetesinin gizli kamerası olanları kaydediyordu. Oradan geçen toplam 1097 kişinin yalnızca yedisi durup dinledi, 27 kişi toplam 32 dolar 17 sent bahşiş bıraktı. Geçenlerden biri ise sanatçıyı tanıdı, kutladı ve ona bir 20 dolar uzattı!

Ne Bell’in yorumu ne de Stradivarius’un tınısı büyük bir etki bırakmıştı.

Stradivarius (Şekil 1), keman (ve diğer yaylı çalgılar) dünyasında bir efsane. Sanatçılar ve koleksiyoncular bunların bir tanesini edinebilmek için milyonlarca doları gözden çıkarıyor, borca giriyor. Birçok Stradivarius’un kendi adı bile var, daha önce nerelerden geçtiği, kimin çaldığı belli. Bunlardan “Macdonald” adlı viyola, şu an 45 milyon dolarlık açılış fiyatıyla açık artırmada alıcı bekliyor. Eğer bu parayı veya daha fazlasını veren çıkarsa bir rekor kırılmış olacak.

Şekil 1. 1687 yarihli Antonio Stradivari’nin ürünü olan bu keman, Washington’daki Smithsonian Müzesi’nde sergileniyor.
Şekil 1. 1687 tarihli, Antonio Stradivari’nin ürünü olan bu keman, Washington’daki Smithsonian Müzesi’nde sergileniyor. (Fotoğraf: Flickr, Lisans: CC BY-SA 2.0)

Ama gerçekten de sesleri o kadar güzel mi bu sazların? Öyle olduğu, yıllardır peşinen kabul edildi ve araştırmacılar bu kemanların seslerinin neden güzel olduğunu bulmaya çalıştı. Bazısı Stradivari ve ailesinin kullandığı tahtaları inceledi, bazısı çektikleri cilaları, bazısı kemanların şeklini. Bazıları bu ipuçlarıyla aynı kemanlardan yapmayı denediler ama keman meraklılarını ikna edemediler. Onlara göre, Stradivari ve ailesinin püf noktasını kimse çözememişti.

Stradivarius göze hitap etmeyince…

Ama yoksa… Stradivarius olduğunu bildiğimizden mi durum bize öyle geliyordu? Stradivarius olduğunu bilmeden dinlesek de sesler o kadar güzel gelir miydi?

“Ne varsa eskide var” ilkesinden şüphelenen Sorbonnelu araştırmacılar, bunu ilk olarak 2010 yılında ABD’nin Indianapolis şehrindeki bir yarışma sırasında sınadılar. Birçok kemancı yarışma sayesinde burada toplanmıştı. Bir otel odasında bir araya getirdikleri 21 tecrübeli kemancıya, hangisi olduğunu söylemeden meşhur keman ustaları Stradivari ve Guerneri tarafından yapılmış kemanlar ile çağımızda yapılmış kemanları denettiler. Sonuç: Virtüözlerin en beğendikleri keman yeniydi, en beğenmedikleri ise bir Stradivari ürünüydü! Çoğu ellerindeki kemanların eski mi yeni mi olduğunu da başarıyla tahmin edememişti.

Ama tabii belki de kemanları deneyenleri bir de konser salonunda görmek gerekliydi, çünkü dinleyenler kemanın sesini orada duyuyor ve beğeniyordu. Ayrıca deney daha çok keman ile tekrarlanmalıydı. Bu eleştirilere kulak veren araştırmacılar daha sıkı bir deneye soyundu.

Bu sefer kemancıları, yalnızca solistler arasından seçtiler, yani en usta kemancılar arasından. Çoğunun bir uluslararası müzik ödülü vardı. Solistleri deney için Paris’e davet ettiler. Kemancıların yayları, neredeyse vücutlarının bir parçası gibi olduğundan onlardan kendi yaylarını getirip kullanmalarını istediler.

Deneyecekleri kemanların altısı eski ve meşhur, altısı ise yeni üretilmiş kemanlardandı. Deneyecekleri kemanların yeni mi eski mi olduğu kendilerine söylenmeyecekti, hatta deneyin konusundan bile haberleri yoktu. Yeniyi-eskiyi dokunarak anlayamasınlar diye yeni kemanlar, kot pantolon gibi “eskitilmiş”ler arasından seçilmiş, görerek anlamasınlar diye de solistlere kaynakçı maskesi gibi kapkara gözlükler giydirilmiş, ortam da loşlaştırılmıştı.

Şekil 2. İki ayrı mekandaki denemelerde deneklerin keman tercihlerinin dağılımı. Üstteki altı satırın her biri her bir yeni kemanı, alltaki altı satırın her biri de eski bir kemanı gösteriyor.
Şekil 2. İki ayrı mekandaki denemelerde deneklerin keman tercihlerinin dağılımı. Üstteki altı satırın her biri her bir yeni kemanı, alltaki altı satırın her biri de eski bir kemanı gösteriyor. (Fritz vd.’nin 2014 makalesinden Türkçeleştirildi.)

Solistleri önce bir evin odasında toplayıp önlerine 12 kemanı dizdiler, deneye deneye bunlardan en beğendikleri dördünü seçmelerini istediler. Sonuçları Şekil 2’nin sol tarafında görüyorsunuz. Her bir sıra, tek bir kemanı temsil ediyor. Beyaz, uzun dikdörtgenler her bir kemanı en beğenen solistleri, daha kısa, giderek koyulaşan gri dikdörtgenler 2., 3., ve 4. tercih olarak beğenen solistleri, çizginin ötesindeki çok koyu gri kısa dikdörtgenler ise o kemanları reddeden solistleri gösteriyor. Odada yapılan denemelerde 10 solistin 9’unun en beğendiği keman, yeniler arasından çıkmış. Solistler genelde eski kemanları daha az tercih edip daha çok reddetmişler. En beğenilen keman yenilerden biriymiş.

Daha sonra solistlerden aynı kemanları, yine aynı gözlüklerle 300 kişilik bir konser salonunda denemelerini istemişler. Şekil 2’nin sağ tarafında görebileceğiniz üzere, konser salonunda elde edilen sonuçlar, odadakilerden pek farklı değil. En beğenilen keman, daha önce odada en beğenilenle aynı. Genel olarak yeni kemanlar eskilerden daha çok beğenilmiş.

Bütün bunlardan, yani solistler ellerindeki kemanları defalarca denedikten, dinledikten sonra, onlardan bu beğenip çaldıkları kemanların yaşını tahmin etmelerini istemiş araştırmacılar. Toplam 69 tahminin ancak 31’i (%45) doğru çıkmış: Ustalar için hiç de iç açıcı bir sayı değil.

Duyularımızın önündeki perdeler

Belki sanatçılar için bu sonuçlar büyük bir sürpriz ama özellikle insan beyni ve davranışıyla ilgilenen bilim insanları için değil. Artık biliyoruz ki algılarımız çok kolay yanılıyor. Şu ikisi güzel birer örnek bence:

Bir araştırmada bilim insanları şarap tadımcılarından değişik beyaz şarapları deneyerek tatlarını tarif etmelerini istiyorlar – ama önceden kırmızıya boyayarak. “Uzmanlar” bu şarapları genelde kırmızı şaraplara has özelliklerle tarif ediyor, yani yalnızca rengi kırmızı olduğundan beyaz şarabı kırmızı sanıyor, tadından aslında beyaz şarap olduğunu çıkartamıyor.

Diğer bir deneyde de denekler, daha yüksek fiyatlarla etiketlenmiş şişelerdeki şarapları daha çok beğeniyor, hepsinin içinde aynı şarap olduğu halde!

Yani tat algımızı yalnızca dilimizden beynimize giden sinyaller belirlemiyor, işin içine başka duyular, önyargılar ve bağlam giriyor, algımızı etkiliyor.

Yani nasıl Daniel Kahneman’ın daha önce bahsi geçen “düzenek 1”i bize çabuk ama zaman zaman yanlış kararlar aldırıyorsa, beynimiz de gördüklerinden çabuk ama zaman zaman yanlış algılar çıkartabiliyor.

Bizi yanıltan böyle bir algı düzeneğinin neden evrilmiş olabileceğine dair bazı tahminler var, ancak şu anda deneyse veri olmadığından bu tartışmayı aktarmayacağım.

Ama öyle veya böyle, bu algılar bazen bizi tuzağa düşürüyor. Bilim de aslında tam bu gibi yanılgılarımızı aşmak için uğraşırken ortaya çıkan bir süreç: Hassas ölçümler, kontrollü deneyler, sürekli tartışmalar, hem kendimizin hem de birbirimizin algılarının ve düşünce süreçlerinin açıklarını kapatmaya yönelik.

Sanatçılar ise kendi hislerine güvenerek devam edebilir. Biz Joshua Bell’i Stradivarius’uyla da seviyoruz.

 Kaynaklar

yorum

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Birkaç yıl önce TRT kanallarından birinde 10-15 dakikalık bir belgesele denk gelmiştim. “Little Dancer of Fourteen Years” isimli bir heykeli anlatıyordu.
    Dürüst olmak gerekirse -heykel’den hiç anlamıyor olmakla birlikte- gördüğüm eserden pek etkilenmemiştim, ama ilgili kaydı seyrettikten sonra bir şekilde önemli
    olduğuna ikna oldum ve o an heykel gözüme daha güzel gözükmeye başladı sanırım. Bunu fark edince de kendi samimiyetimi sorgulamış ve biraz kendime kızmıştım. Bunun üzerime aklıma şöyle bir deney gelmişti:
    Konservatuar öğrencilerine yaptırılacak bazı resimlerle, sanat tarihinin bazı önemli eserlerinin bir arada olacağı bir sergi hazırlanacaktı. Ancak öğrencilerin
    eserleri serginin baş köşesine konulup, spotlarla aydınlatılıp, ziyaretçilere altın tepside sunulurken, ünlü eserler bir köşede kendi halinde sergilenecek ve bu yolla
    ziyaretçilerin eserlere olan ilgisi tespit edilmeye çalışılacaktı.
    Biraz zalim bir varsayımla, insanların birileri tarafından “bakın bu çok ünlü/önemli/özel/nitelikli bir eserdir” diyerek yönlendirilmedikçe bu eserleri kayboldukları köşeden çıkarmakta çok başarılı olamayacaklarını düşünmüştüm.
    Bir zaman da internette “Mona Lisa neden bu kadar ünlü?” diye biraz arama yapıp, bazı yazılanları okudum ve yazarların cevaplarında sanki
    “valla ben de tam bilmiyorum aslında ama bu kadar insan yanılıyor olamaz” tereddüdü seziliyordu.

    Yazıyı çok beğendim, elinize sağlık Hocam.

  • Güzel yazıydı. Bana “Plesebo: İyileşmeye İnanmak” yazısını hatırlattı. Zira o yazıda “ön yargı ile inanmak” bu yazıda da “ön yargı ile duyumsamak” var. Yazı kadar anlatım da çok güzeldi, teşekkürler.

Çağrı Yalgın

Tampere Üniversitesi'nde doktora sonrası araştırmacı olarak mitokondri hastalıklarını genetik yöntemlerle inceliyor. Daha önce de Japonya'daki RIKEN Beyin Bilimleri Enstitüsü'nde sinir hücrelerinin uzantılarının oluşumundaki ırsi etmenleri inceleyerek Saitama Üniversitesi'nden doktora almıştı. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Bornova Anadolu Lisesi mezunu.