Bu bir sağlık sorunu değil. Yalnızca, büyük başarılara imza atmış birinin, bilmeden başka alanlarda da ahkâm kesme yetkisini kendinde bulmasına deniyor. Ama çok masum da sayılmaz: Başkalarının canını (veya cebini) yakabiliyor.
Podcast: Play in new window | Download
Subscribe: RSS
Linus Pauling (Şekil 1) adını duymadıysanız, ayıp ediyorsunuz: Bu kimya dehası, kimyasal bağların yapısı konusunda yaptığı çalışmayla Nobel Ödülü aldı. Yetmedi, ilk defa bir hastalığın sebebini molekül düzeyinde tespit etti: Orak hücre kansızlığının hemoglobin molekülünün değişiminden kaynaklandığını buldu. Yetmedi, proteinlerin kendilerini soktuğu şekillerden biri olan alfa sarmalını keşfetti. Yetmedi, değişik canlıların kaç yıl önce yollarının birbirlerinden ayrılmış olduğunu hemoglobinlerinin mukayesesiyle hesaplayan bir evrim saati icat etti.
Bunlar da yetmedi, Vietnam Savaşı’na, nükleer silahlanmaya ısrarla karşı çıktı, başkalarını da bunlara karşı örgütledi. Döneminin en tanınmış barışseverlerinden biri olarak 1962 yılının Nobel Barış Ödülü’nü aldı.
Nobel ödüllü bilim adamı, ama amatör hekim
Artık 65 yaşına geldiğinde, keşke 25 yıl daha yaşayıp çağımın bilimsel keşiflerini izleyebilsem diye hayıflanıyorken, kendini doktor diye tanıtan bir şarlatanın lafını dinledi. Adam diyordu ki her gün 3 gram C vitamini alırsa 25 yıldan fazla bile yaşardı. Denedi, daha zinde ve sağlıklı hissetti kendini. Kefeni yırtmıştı.
Bir kitap yazdı ve önce günde 3 gram C vitamininin nezleyi ABD’den sileceğini iddia etti. C vitamini ABD’de yok satmaya başladı. Halbuki daha 30 yıl önce yayınlanmış, 980 hasta üzerindeki bir araştırmada C vitamini nezleyi önlememişti. Onun yerine kendi araştırmasını yaptı. Kendi klinik tıp uzmanı olmadığı, bu araştırmanın kalitesinden belli oluyordu. Araştırma, önemli bilimsel dergiler yerine, ancak üyelerinden gelen makaleleri nazlanmadan yayınlayan Bilimler Akademisi dergisi PNAS’de yer bulabildi, Pauling’in üyeliği hatırına.
Bu arada Pauling vitamini adım adım günde 3’ten 18 grama çıkardı. Hatta bundan böyle sadece vitaminin değil, iddialarının dozunu da kafasına göre artıracaktı: Bir süre sonra C vitamininin kansere de iyi geleceğini iddia etti. Daha sonra sıra C vitaminini bolca A, E vitaminleriyle, A vitamininin öncüsü olan beta-karotenle, ve bir de bol selenyumla birleştirip aklına gelen her hastalığı aradan çıkardı. AIDS ortaya çıkınca onu da es geçmedi, vitaminler onu da tedavi edebilirdi!
Uzatmayalım, bu iddiaların aslında biyolojik veya tıbbi bir temeli yoktu. Ama Pauling’in propogandasının oluşturduğu kamuoyu baskısı muazzamdı: C vitamini önermeyen hekimlere hastaları soruyordu: “Doktor bey, sizin Nobel ödülünüz var mı?” Öyle ya, iki Nobelli Pauling’den iyi mi bileceklerdi? Sırf bu yüzden Pauling’in iddialarına yönelik klinik araştırmalar yapıldı. Geniş çalışmalarda C vitamini ne nezleyi azalttı, ne kanseri yendi, ne de başka bir hastalığı. Bu olumsuz neticeler Pauling’i durdurmadı. Bazılarına kulp taktı, bazılarını umursamadı, ama onca veriye rağmen kendi bildiğinden şaşmadı.
Bugün yıllık 28 milyar dolarlık vitamin takviyesi pazarı için ABD’nin vitamin endüstrisi Pauling’e çok şey borçlu.
Vitaminin fazlası zarar
Zaman geçtikçe vitamin takviyesinin sağlığa zarar bile verebileceği anlaşıldı. Kansere meyilli olan yaşlı ve sigara tiryakisi Fin erkeklerin, E vitamini ve beta-karotenden fayda göreceğini umarak deneye başlayan araştırmacılar, beklentilerinin tam tersiyle karşılaştı: Almayanlara nazaran vitamin alanların daha çoğu akciğer kanseri ve kalp hastalığı geçirip ölmüştü. Başka bir araştırmada ise daha ortasında durduruldu: Asbeste maruz kalanlara koruma amaçlı olarak A vitamini ve beta-karoten verildiğinde kanserde %28, kalp hastalığında %17 artış görülmüştü.
E vitamini araştırmalarını derleyen bilim insanları, E vitamini takviyesinin kalp yetmezliği ve ölüm riskini artırdığını buldu.
İki ayrı araştırmada, vitamin takviyesi alan erkeklerin prostat kanseri riskinin yükseldiği görüldü. Linus Pauling’in prostat kanserinden ölmesi belki de tesadüf değildi.
Fena halde yanılan bilirkişi
Linus Pauling, kendi alanında, kimyada da ciddi bir hata yapmış ve bunda ısrar etmişti.
İsrailli kimyacı Dan Shechtman (Şekil 2), 1982’de ABD’de kristaller üzerinde çalışırken, günün kimya kuramlarına göre garip bir görüntüyle karşılaşmıştı. Önündeki kristallerdeki düzen, periyodik değildi. Bu sonuca kendi bile ancak birkaç kez kontrolden sonra inanmış, sonucu yayınlaması ise 2 yılı bulmuştu. Bir yayınlandıktan sonra bulguları başka bilim insanlarınca teyit edildi ve 1992’de Uluslararası Kristalografi Birliği, kristalin tanımını Shechtman’ın bulgularına göre değiştirdi. Kristalimsi adı verilen bu kimyasal yapıların birçok işlevi bulundu (Şekil 3).
Gel gör ki kimyanın dev ismi Linus Pauling ikna olmamıştı. Hattâ bir toplantıda, yüzlerce kişinin önünde Shechtman’a hakaret bile etti: “Dan Shechtman saçmalıyor. Kristalimsi yoktur, yalnız bilim adamımsı vardır.”
Ama zaman Shechtman’ı haklı çıkardı. Kristalimsileri destekleyen bulgular birikirken, Pauling’in kristalimsilerin yokluğunu ispatlama girişimleri başarısızlıkla sonuçlandı, yazdığı makaleler akademik dergilere kabul edilmedi. Shechtman’ı rezil etmek isterken kendi rezil olmuştu. Shechtman ise bu buluşuyla 2011 yılında Nobel Kimya Ödülü’nü aldı.
Nobel’in skandal ismi
Pauling ismine ilk defa lisedeyken İkili Sarmal kitabında rastlamıştım. Cambridge Üniversitesi’nden James D. Watson (Şekil 4) ve Francis Crick, DNA’nın yapısını çözmek için Linus Pauling ile yarıştaydı. Watson ve Crick bu yarışı kazanacaklardı.
İkili Sarmal, aslında James Watson’ın çenesini tutamayacağının bir habercisi gibiydi. Yıllar içinde Watson’ın birçok gafından özellikle siyah ırkın zekâ seviyesi hakkında söyledikleri iz bıraktı.
Watson, İngiltere’nin Sunday Times gazetesindeki söyleşisinde “Afrika’nın geleceği için ümitsiz” olduğunu, söylemiş ve bunun sebebini açıklamıştı: “Tüm toplumsal politikalarımız onların bizim kadar zeki olmasına dayanıyor, ama bütün sınamalar gösteriyor ki bu pek öyle değil.”
Aslında değişik genetik kökenleri olan bireylerin değişik özellikler göstermesi kuramsal olarak mümkün, ama verilere bakıldığında bu varsayımı destekleyecek bir sonuç yok. Watson’ın “bütün sınamalar”dan kast ettiği, olsa olsa siyahların IQ’sunun beyazlardan çok az düşük olduğunu gösteren bir araştırma olabilir. Bir kere, IQ zekânın iyi bir göstergesi değil. Ayrıca bulunan küçük bir farkın biyolojik bir anlamı yok, bunun eğitimle, sosyal yardımla kapatılamayacağı anlamına da gelmiyor.
Watson’ın, özellikle kadınların ve azınlıkların bilimdeki yerini artırmaya düşkün olduğu çevresindekilerce söyleniyor. Ama bu gereksiz ve boş beyanıyla kamuoyunda kendisine ırkçı damgası vurdurdu, hiç iyi etmedi.
Kontrolsüz deney, deney değildir
Fransız araştırmacı Luc Montagnier (Şekil 5), 1980’lerin başında büyük bir araştırma yarışının iki galibinden biriydi: “Edinilmiş bağışıklık yetersizliği sendromu” (AIDS) denen yeni bir hastalıktan sorumlu virüsü bulmuştu. Bu keşif sayesinde, 2008 yılındaki Nobel Ödülü’nden pay aldı.
Derken Montagnier homeopati adlı “alternatif” tedavi yöntemine destek vermek için kolları sıvadı. Mesele şu ki homeopatinin hastalar üzerinde etkisi olduğunu gösteren doğru dürüst bir araştırma 100 küsur yıldır çıkarılamadığı gibi, homeopati bilinen fizik, kimya ve biyoloji kanunlarına aykırıydı. (Hâlâ da öyle.)
Bunu değiştirmek istemiş olacak ki Montagnier DNA’nın kendini -bir nevi- ışınladığını iddia eden iki araştırma yayınladı. Makalelerdeki iddiaya göre, bir tüpteki DNA, başka bir tüpteki suya elektromanyetik dalgalar gönderiyor, o tüpteki suya polimeraz zincir tepkimesi uygulanınca sanki o tüpte DNA varmış gibi bir netice çıkıyordu.
Bu makaleleri ilk gördüğüm zaman makalede harıl harıl yöntem bilgisi ve negatif kontrol sonuçlarını aradığımı hâlâ hatırlıyorum. Zira Montagnier’in bu araştırmada kullandığı zincirleme polimeraz tepkimesi (PCR) yöntemini ben de kullandığımdan bu yöntemin en önemli sorununu biliyordum: Kirlenme. Çünkü PCR, topu topu birkaç DNA molekülünden milyarlarca kopya üretebilen bir yöntem. Bu kadar güçlü bir tepkimeye, aslında çoğaltmak istemediğimiz bir DNA parçası kazara karışırsa sonuç kolaylıkla yanlış çıkar. Buna karşı iki tür önlem alınır: Öncelikle laboratuvarın ve deneyi yapanın temizliğine çok özen gösterilir. Deneyden önce tezgâhlar silinir, eldivenler çekilir. İkincisi, deneye “negatif kontrol”ler eklenir, mesela mesela içinde DNA olmadığından emin olduğumuz, bir damla saf su. “Negatif kontrol” denen bu örneklerden sonuç çıkmamalıdır. Çıkarsa ortada bir kirlenme olduğundan şüphe ederiz (Daha geniş açıklama için: Şekil 6).
Yoktan DNA var ettiğinizi iddia ediyorsanız, karşınızdakiler, hele PCR yöntemine aşina iseler, hemen negatif kontrolleri görmek isteyecektir. Ama Montagnier’in verileri arasında negatif kontrol yoktu. Yani Nobel ödüllü bir bilim adamı, sonucunun bir kazaya bağlı olup olmadığını ya merak etmemişti, ya da işine gelmeyen bir neticeyi saklamıştı.
Dahası, PCR deneylerini anlatırken verilmesi gereken ayrıntılar da yoktu: Meselâ, PCR sırasında hangi malzemeler kullanılmış? Hangi gen, nasıl çoğaltılmış? PCR sonuçlarını tarif eden hemen her makalede bulabileceğiniz bu ayrıntıları Montagnier vermemişti. Böyle olunca başka birisinin bu deneyi tekrarlayıp doğrulaması ya da yanlışlaması mümkün olmuyordu. Nitekim bu sonuçları bugüne kadar tekrarlayabilene rastlamadım.
Montagnier’in, tekrarlanabilse bilimsel devrim niteliği taşıyacak bu araştırmasını bilimin önde gelen dergileri yerine ancak kendi yayın kurulunda olduğu bir dergide yayınlatabilmesi size Pauling’den tanıdık gelecektir. Zamanla, Montagnier’in, ispatlayamadığı bu bulguya dayalı patent başvurularında bulunduğu da ortaya çıktı. Bunlar anlaşıldıkça Montagnier’in bilim dünyasındaki saygınlığı, prestiji ve inanılırlığı giderek azaldı.
Ne sihirdir, ne keramet
Bunlar, -şaka ile- Nobel hastalığı denen olgunun örnekleri: Nobel ödülünün getirdiği prestijle sözlerini dinleyen basının yüzünden bilim insanının kendini her konunun uzmanı sanması rahatsızlığı.
Yanlış anlamayın, Nobellik buluş yapmak çok çetin iş. Hiç bilinmeyen olgular, kavramlar, icatlar ortaya kolay çıkarılmıyor. Bunların peşindeki insanları, biraz da coğrafi keşiflerin kahramanlarına benzetebiliriz: Haritası çıkarılmamış bir Antarktika’da Güney Kutbu’nu arayan bir Amundsen veya Scott, veya neyle karşılaşacaklarını tam bilmeden Ay’a yaklaşan bir Neil Armstrong veya Buzz Aldrin’in yerine koyun kendinizi… Gerçi günümüzde sıcacık laboratuvarınızda o kadar hayati tehlikeniz yok. Ama hedefe varmak için, aynı o kâşifler gibi, karşınıza çıkacak beklenmedik sorunları çözmek, doğru yolu bulmak zorundasınız. Bu da sahanızı derinlemesine bilmeyi, kullandığınız yöntemlere en ince ayrıntısına kadar hakim olmayı gerektirir.
Ama bunlar sizi sahanızın uzmanı yapar, o kadar. Başka sahalarda ahkâm kesmenize müsaade etmez. O yüzden birçok bilim insanı sahasının dışına çıkmamaya özen gösterir, ayrıntılarını bilmediği konularda işi uzmanına bırakır.
Kendi sahasında bile sözü her zaman dinlenen biri yoktur. Geçmişteki başarıları ne olursa olsun her bilim insanının sözü, nitelikli gözlemlere ve deneylere, ve bunların mantıklı bir değerlendirmesine dayandıkça dinlenir.
Tartışmalarımızı şu uzmanın veya bu “bir bilen”in görüşlerine dayandırmak bu yüzden hatalıdır. Böyle iddialara “bir bilen safsatası” diyoruz. Buna her rast geldiğimizde yapmamız gereken, bilginin kimden değil, nereden geldiğini sorgulamaktır (Şekil 7).
Bütün bunlar, Nobel hastasının yaptığı gerçek bilimsel çalışmaların önemini azaltmıyor. Pauling, belki etkileri bugüne kadar gelen saçmalıklar yaptı, ama yine de aklıma alfa sarmalının kâşifi olarak gelecek.
Kaynaklar
- R. T. Carroll, 2012. The Nobel disease. The Skeptic’s Dictionary
- M. Pigliucci, 2010. Nonsense on Stilts: How to Tell Science from Bunk. University of Chicago Press, Chicago. s. 285.
- P. Offit, 2013. The vitamin myth: Why we think we need supplements. The Atlantic
- D. Gorski, 2008. High dose vitamin C and cancer: Has Linus Pauling been vindicated? Science-Based Medicine
- A. Jha, 2013. Dan Shechtman: ‘Linus Pauling said I was talking nonsense.’ The Guardian
- M. Pigliucci, 2007. Jim Watson, trouble as usual. Rationally Speaking
- Orac, 2012. Luc Montagnier: The Nobel disease strikes again. Respectful Insolence
- Orac, 2011. The Nobel disease meets DNA teleportation and homeopathy. Respectful Insolence
- L. Montagnier vd., 2009. Electromagnetic signals are produced by aqueous nanostructures derived from bacterial DNA sequences. Interdisciplinary Sciences: Computational Life Sciences 1:81-90.
- I. Arıcan, 2012. C vitamini: Mucize mi yoksa safsata mı? Yalansavar
- I. Arıcan, 2012. Tavşanın Suyunun Suyu -1: Homeopati nedir? Yalansavar
- P. Z. Myers, 2011. It almost makes me disbelieve that HIV causes AIDS! Pharyngula
- B. Ürkmez, 2012. Bir bilen safsatası. Yalansavar
- S. Canan, 2011. Sihirli DNA? SinanCanan.net
Merhaba,
Yazıyı okurken çok büyük keyif aldım. Bir biliminsanı olarak, biliminsanı olmayan insanların da keyifle okuyup yorumlayabileceği anlaşılırlığı yüksek ve akıcı bir anlatım olmuş. Orada buraya bir şeyleri okuya okuya araştırarak öğrenmeye çalışırken yolum buraya düşmüştü, keyifli bir öğrenme oldu. Emeğinize sağlık.