“Baran 14 yaşında ve arkadaşları ona Einstein diyor”. Bundan birkaç sene önce Türk Eğitim Vakfı başarılı öğrencilerinden bahsettiği reklamında bu ifadeyi kullanmıştı. Benzer bir şekilde, benim de ilkokuldan beri “Adam Einstein” diye bahsettiğim fizik ve matematikte çok başarılı başka bir arkadaşım var (evet zekilerle takılıyorum). Örnekleri çoğaltmak mümkün; etrafınızda, yahut bir tanıdığın oğlu/kızı da olabilir, bilimsel anlamda çok başarılı ve zeki insanlar için, halkımızın sıklıkla kullandığı bir tabirdir “Einstein gibi”. Karmakarışık saçları, dilini dışarıya çıkararak verdiği pozu ile birlikte kimsenin anlamadığı ama çok takdir ettiği bilimsel başarılarıyla, Albert Einstein sadece bir bilimadamı değil, aynı zamanda tüm dünyada bir bilimadamı simgesidir. Öyle ki, zekayla, daha doğrusu dehayla, dahi olmakla bağdaşmış ismi, kendi hayatıyla ilgili pek çok efsaneye de konu olmuştur; konuşmayı çok geç sökmüş olması, okuldaki başarısızlıkları, öğretmenlerinin “yeminlen salak bu çocuk” tarzındaki lafları ve solak olması gibi özelliklerinin olduğu düşünülegelmiş, bazı bazı da benzer özellikleri gösteren küçük çocukların aileleri, arkadaşları ve öğretmenleri için de bir umut kaynağı olmuştur (şahsen ben bir zamana kadar çok umutluydum kendimden). “Dahiler Küçükken” yazı dizimin bu son kısmında, Albert Einstein’ın ilk yıllarından başlayarak üniversiteden mezun olduğu zamana kadar geçen zamana şöyle bir gözatmak, onunla ilgili doğru bilinen yanlışları biraz olsun düzeltmek, ve bu sayede de bir zamanlar hepimiz gibi koşup oynayan bir çocuğun nasıl olup da evrene bakış açımızı değiştirdiğini biraz olsun anlamak/anlatmak amacındayım.
Einstein’ın bilimsel çalışmaları bu yazının konusu olmayacak. Işık hızına yakın hızlarda seyreden kütlelerin hareketini incelediği ve E=mc2 denklemiyle özetlediğimiz özel görelilik kuramı, evrenin üç boyutlu yapısına ilave olarak zamanı eklediği ve evrenin (daha doğrusu uzay-zamanın) kütleler tarafından eğilip bükülebileceğini gösterdiği ve Newton’un yerçekimini daha genel boyutlara taşıdığı özel görelilik kuramı, günümüz fotosellerinde sıklıkla kullandığımız ve ışığın foton adı verilen kütlesiz parçacıklardan oluştuğunu gösteren fotoelektrik etki teorisi, haliyle bu yazıda geçmeyecek (dileyen okurlar Kerem Kaynar’ın Einstein’in idraki Nazım’ın Hikmeti – Zaman’ın Göreliliği makalesine bakabilirler). Dahası, öldükten sonra Einstein’ın, aslında beyninin, başına gelenler de keza bu yazıda yer almayacaklar (gene dilerseniz Işıl Arıcan’ın yazdığı bu makaleye bakabilirsiniz). Biz daha çok, pek bilinmeyen, bilinse de biraz yanlış bilinen çocukluk dönemine odaklanacağız.
Bebek Albert ve Doğru Bilinen Yanlışlar
14 Mart 1879 tarihinde Almanya’nın Ulm kenti, tarihin gördüğü en büyük fizikçilerden birisinin doğumuna ev sahipliği yaptı. Hermann-Pauline Einstein çiftinin ilk oğlu olarak dünyaya geldiğinde pek çok kimse onun ileride ne kadar büyük işler başaracağından pek tabi habersizdi. 1880 yılında ailecek
Münih’e taşındıklarında babası ve amcası elektrikli aletler üzerinde bir şirket kurmuş ve işlerini yavaş yavaş büyütmeye başlamışlardı. Zaman içerisinde giderek büyüyen şirket sonraları iflas etmiş olsa da, Albert’ın çocukluk yıllarının yokluktan uzak ve rahat geçmesi için gerekli maddi imkani sağlamıştı. Dahası, Einstein ailesi, Yahudi olmalarının yanı sıra, eğitimli modern Alman sınıfına üyeydiler; hayatları sadece çalışarak geçmiyor, aynı zamanda kitap okumak ve tiyatroya gitmek gibi daha zihinsel ve kültürel aktivitelerle de ilgileniyorlardı. Bu anlamda, küçük Albert kültürlü ve maddi durumu iyi bir ailenin çocuğu olarak büyüme şansını yakalamıştı ve Michael Faraday gibi küçüklüğünden itibaren çalışmak zorunda kalmamıştı.
Her ne kadar halk arasında Einstein’ın konuşma sorunları çektiği, öğrenme sorunu yaşadığı gibi inanışlar mevcut olsa da, ilk yıllarına dair bildiklerimiz bunların aksini gösterir nitelikte. Oldukça kalabalık bir aileye mensup olan Albert’ın büyükannesinin o iki yaşındayken yazdığı bir mektupta küçük Albert’ın ne kadar sevimli ve eğlenceli olduğunun yanı sıra daha o yaştan şaşırtıcı fikirlerle ortaya çıktığından bahsedilir [1]. Dahası, 1881 yılında kardeşi Maja dünyaya geldiğinde, kendisine yeni bir oyuncak alındığını düşünerek kurduğu “bu yeni oyuncağımın tekerlekleri nerede?” şeklindeki cümle, onun aslında daha o yaşta düzgün bir şekilde anadili olan Almanca’yı konuşabildiğini gösteriyor [1]. Şaşırtıcı olan, Einstein evindeki bir bakıcının Albert’ın her cümleyi iki kere kurarak konuştuğunu gördükten sonra ona “salak” damgasını yapıştırmış olmasıdır. Her ne kadar tartışmalı bir konu olsa da, tarihçiler arasındaki genel görüş Albert’ın konuşmadan önce bütün cümleyi kafasında tamamen doğru olana kadar kurduğu ve bu sırada da cümleyi mırıldandığı, daha sonrasında ise doğru cümleyi yüksek sesle söylediği şeklinde. Kısacası, konuşmada çekilen güçlükler ve yetenek olarak yaşıtlarından geri kalmış bir Albert Einstein portresi gerçeklikten uzaktır (üç buçuk yaşımda konuşmuş olmamın hep iyi bir şeylerin göstergesi olduğunu düşünmüştüm halbuki).
Kalabalık Einstein Ailesi
Einstein’ların oldukça kalabalık bir aile olduğundan bahsetmiştim. Dahası, bu geniş ailenin üyeleri de iyi eğitimli ve yüksek entelektüel seviyede kimselerdi. Albert’ın babasıyla ortak fabrika açan amcası elektrik mühendisiydi ve matematik konusunda yeğenini ilk teşvik edip yönlendiren kişilerdendi. Bir diğer amcası ise onu elektrik ve manyetizmayla ilgilenmeye iten kişiydi. Zaten Einstein daha sonraları küçüklüğünü hatırladığında onu bilime iten şeyin babası tarafından hediye edilen pusula olduğunu söylemişti [2]. Bu anlamda kendi zihinsel gelişiminin yanısıra bilimle de tanışmasını kolaylaştıran bir ailede büyümüş olması, Albert Einstein’ın daha sonraki yaşamında da çok önemli bir yere sahip olacaktır.
Okullu Einstein
Beş yaşında Katolik ilkokulunda başlayan eğitim yaşamı, üç sene sonra Luitpol Gymnasium’a geçişiyle devam etti. Charles Darwin‘in de zamanında muzdarip olduğu bilim eğitimindeki yetersizlik Almanya’da da mevcuttu o zamanlar. Derslerin çoğunluğunu Latince ve Yunanca oluşturuyor, haftada iki-üç saati geçmeyen genel bilim ve matematik dersleri coğrafya ve diğer beşeri bilimlerle birlikte geri kalan boş vakti dolduruyordu. Öyle ki, yedinci sınıfa kadar herhangi bir fizik dersi çocuklara gösterilmiyordu. Bu eksiklikleri ise Albert boş zamanlarında fizik ve matematik çalışarak, aklına gelen sorularla boğuşarak ve sürekli sorgulayarak geçiriyordu. Amcası ona on iki yaşındayken Pisagor teoremini göstermiş, ve bu teoremden çok etkilenen Albert üç haftalık yoğun bir çalışmanın ardından onu ispatlamayı başarmıştı [1]. Dahası, o sıralarda aile dostları haline gelen Polonyalı bir tıp öğrencisi olan Max Tolmenz onu Öklid geometrisiyle tanıştırmış, matematikte ilerlemesine yardımcı olmuş; fakat daha sonrasında Albert’ın yoğun çalışmaları ve bilgiyi sünger gibi emmesi sonucunda onun gerisinde kalmış ve pes etmiştir [1]. Ders dışındaki çalışmalarına ve okuldaki derslerin iticiliğine rağmen Albert sınıfında hiç de sanıldığı gibi başarısız bir öğrenci değildi; 1929 yılında Gymnasium’un müdürünün arşivlerde yaptığı çalışmalardan sonra açıkladığı rapora göre Albert derslerinden hep “pekiyi” derecesiyle geçmiş ve sınıfında da hep en üst sıralarda yer almıştı.
Sadece matematik ve fizik Albert’ın ilgi alanlarını oluşturmuyordu. Max Tolmenz aracılığı ile kitaplarıyla tanıştığı büyük Alman filozof İmmanuel Kant, Albert’ın “severek” okuduğu bir filozoftu. Öyle ki, on üç yaşına geldiğinde Kant’ın başyapıtı olan “Saf Aklın Eleştirisi”’ni okumuş, ve anlaşıldığı kadarıyla da kitabı anlamıştı[1]; hayat ve bilim görüşünün temeline yerleştirdiği bu eser, onun hayatında çok önemli bir yere sahiptir. Diğer yandan, kartlardan ve kibritlerden şekiller yapmak, ufak binalar inşa etmek ile etrafı gözlemleyip aklına takılan soruları çözmeye çalışmak küçük Albert’ın okul dışı aktivitelerini oluşturuyordu.
Kısaca Toparlamak Gerekirse
Burada hikayeye ufak bir ara verelim ve on üç yaşına kadar olan süreci biraz daha iyi anlamaya çalışalım. Maddi durumu iyi olan eğitimli bir ailede dünyaya gelmişti, hem aile, hem de aile dostları onda bilime karşı var olan ilgili anlayabilecek, geliştirebilecek ve kendi yetemedikleri noktadan sonradan da yönlendirebilecek seviyedeydi. Yaşıtlarının çok ilerisinde bir fizik, matematik ve felsefe bilgisine sahipti; bunu da kendi kendine çalışarak elde etmişti. Aklına takılan sorularla uğraşmayı sever, onları açıklayana kadar peşlerini bırakmazdı. Bütün bunlar yüksek düzeyde bir konsantrasyon becerisi gerektiren şeylerdir ve Albert’ın da küçüklüğünden beri bu özelliğini çok iyi kullandığını görüyoruz.
Ailenin İflası ve İtalya Yılları
Babasının iflas etmesi sonucunda ailesi Münih’ten İtalya’ya taşındı, Albert da onlara onbeş yaşında Gymnasium’u bıraktıktan sonra katıldı. 16 yaşındayken Zürih Polyteknik’e (şimdiki adıyla ETH Zürih, Avrupa ve dünyanın en önde gelen üniversitelerinden bir tanesi) başvurdu fakat kabul edilmedi. Aslında, en düşük başvurma yaşı olan 18’den iki yaş küçükken başvurmuştu ve özellikle fizik ve matematik testlerinde üniversitedeki profesörleri etkilemiş olsa da (bir tanesi onu derslerini dinlemeye çağırmıştı) yaş olarak küçük olduğu düşünüldüğü için reddedilmişti.
Başvurusu reddedildikten sonraki senesini Zürih’e 30 km. uzaklıktaki bir lisede geçirdi. Pek çok iyi öğretmenin bulunduğu lisenin belki de en önemli özelliği öğrencilerini düşünmeye sevk etmesi ve cevapları kendi kendilerine bulmayı öğretmeye çalışıyor oluşuydu. Sahip olduğu bilginin pek çoğunu tek başına yaptığı çalışmalarla elde eden Albert için burası çok iyi bir hazırlık ortamıydı.
Albert Üniversitede
Bir sene sonra, yani 17 yaşında, hala 18 olan yaş sınırının altında olmasına rağmen Zürih Polyteknik’e kabul edildiğinde Albert Einstein yaşıtlarının ilerisinde bir fizik ve matematik bilgisine sahipti. Kendi kendine öğrenme ve çalışma yeteneklerini geliştirmekte, her şeyi büyük bir merakla sorgulamaya devam etmekteydi. Bu yüzden olsa gerek, üniversitenin ilk yılında oldukça iyi notlar getirdi ve derslerinde çok başarılı oldu. Fakat, kendine güveni ve sürekli sorgulama isteği onu üniversitedeki derslerinden giderek uzaklaştırdı; o sadece kitaplarda yazanları değil, en son gerçekleşen bilimsel gelişmeleri de öğrenmek istiyor, kafasına takılan sorularla günlerce uğraşmaya çalışıyor ve bilimsel anlamda kendine koyduğu öncelikleri derslerinden de önde tutuyordu. Bu noktayı biraz açmak gerekirse, derste gördüğü bir konuyu derinlemesine öğrenmeye çalışıyor, onunla ilgili sorular sorup kendi bilgisini o yönde geliştiriyor ama aynı zamanda da dersten yavaş yavaş geri kalıyordu. Bu özelliği nedeniyle dersleri giderek düştü, hocalar ve diğer öğrenciler arasında iyi bir öğrenci olmadığı izlenimini bıraktı ama hiçbir zaman da çok kötü notlar ile sınıfın dibinde yer alan bir öğrenci olmadı.
Dört senenin ardından üniversiteyi bitirdiğinde gene aynı yerde bir araştırma pozisyonu elde edebileceğine inancı neredeyse tamdı. Sonuçta kötü bir öğrenci değildi, bilgisiyle hocalarını gerçekten etkilemişti ama yazının daha önceki kısımlarında iyi özellikleri olarak saydığım sorgulayıcı, kendine güvenen ve bazen ben-bilirimci tavırları araştırma pozisyonunu elde etmesinde önüne çıkan en büyük engeller oldular. İş başvuru komitesinde yer alan hocalardan bir tanesi kendisini çok burnu havada görmüş, bir başkası başvuru için yazdığı yazının baştan savma olduğuna kanaat getirmiş, bir başkası da Albert’ın onun hiçbir seminerine gitmediğini öğrendiğinde açıkçası biraz bozulmuştu [1]. Kısacası, Albert kendi karakterinin en önemli özellikleri nedeniyle bir iş bulamamıştı. Ne var ki, onu üniversitede bir yıllığına geçici eğitmen olarak işe aldılar, kendisi de bu bir senenin sonrasında okuldan bir arkadaşının babasının önermesiyle Bern’deki İsviçre Patent Enstitüsü’ne geçti.
Patent Ofisinde Bir Dahi
1901 yılında Bern’de işe başlayan Albert, aslına bakarsanız halinden oldukça memnundu. Üniversite pozisyonuna göre daha iyi maaş alıyordu, yükselme şansı daha fazlaydı ve çok daha iyi sosyal güvenceye sahipti. İş yükü fazla olmasına rağmen yaptığı şey gelen patent başvurularını değerlendirmek, özgünlüklerini anlamak ve nasıl çalıştıklarını görmekti. En çok da elektrik iletimi ve zamanın elektriksel-mekanik yöntemlerle senkronize edilmesi üzerine yapılan çalışmalarla ilgileniyordu ki özellikle “zaman” konusu daha sonraları üzerinde en çok çalıştığı konulardan birisi olacaktı. Zihinsel olaraktan onu sürekli yeni şeylerle meşgul eden bu ofiste 1908 yılına kadar, yani fizik tarihini değiştiren 3 makalesi 1905 yılında yayınlandıktan sonra 3 yıl daha çalışmaya devam etti.
Bu büyük bilimadamının çocukluğu ve gençliğine dair bahsedeceğimiz bilgiler şimdilik bu kadar; daha sonraki hayatını kısaca özetlemek gerekirse 1905 yılında Zürih Üniversitesi’nden doktorasını aldıktan sonra gene aynı yıl fotoelektrik etki, özel görelilik teorisi, enerji ve kütlenin eşdeğerliği ve taneciklerin sıvı içerisindeki rastgele hareketi üzerine yazdığı dört tane makale ile bilim tarihinin gidişatını değiştirdi. Öyle ki, 1905 yılı, “Einstein’ın muhteşem yılı” olarak adlandırılır. 1908 yılında Bern Üniversitesi’ne atandı, aynı yıl Zürih Üniversitesi’ne geçti. 1911 yılında ışığın kütleçekimi altında kırılabileceğini ve yön değiştirebileceğini gösterdi, Avogadro sayısının (6.02 1023) o döneme kadar bilinen en hassas hesaplarından bir tanesini yaptı, 1916 yılında genel görelilik teorisini yayınlayarak evrenin üç boyutlu yapısına ek dördüncü boyut olarak zamanı ekledi ve kütleçekiminin neden ve nasıl gerçekleştiği konusundaki bilgilerimizi arttırdı. 1921 yılında fotoelektrik etki üzerine yaptığı çalışmalar nedeniyle Nobel Fizik Ödülü’ne layık görüldü. 1933 yılında Naziler’in yükselişiyle beraber Amerika Birleşik Devletleri’ne gitti ve 1955 yılındaki ölümüne kadar Princeton Üniversitesi’nde bulundu.
Elbette, Einstein’ın hayatı ve başarıları bu kadar kısa bir yazıda özetlenecek şeyler değildir; neyse ki biz de hayatının sadece ilk 18 yılına bakarak işleri biraz daha kolaylaştırdık. Yazının bundan sonraki kısmında Einstein hakkında anlattıklarımıza bakarak ne gibi çıkarımlarda bulunabileceğimizi tartışacağım.
Son
Einstein’ın çocukluk yıllarına baktığımızda ilk dikkatimizi çekecek şey onun etrafındaki her şeye karşı duyduğu merak ve anlama isteğidir. Zaten kendisi de daha sonraları “ben sadece çok meraklı bir çocuktum” diyerek bu söylediğimizi temellendirmiştir. Dahası, sadece meraklı değil, aynı zamanda da merak ettiği soruların cevaplarını kovalayacak, etrafından alamadığı cevapları kendisi uğraşarak bulmaya çalışacak kadar azimli ve kararlı; karşısına çıkan sorunlar üzerine çok uzun süreler boyunca odaklanıp çalışacak kadar da güçlü bir konsantrasyon yeteneği vardı. Kendisi de bu özelliklerinin üzerine sürekli bir şeyler katarak onları daha da geliştirmiştir.
Elbette, bu özelliklere sahip olması onun nasıl bu denli büyük şeyler başardığını açıklamıyor. Benzer özelliklere sahip belki de pek çok insan yeryüzünde hali hazırda yaşamalarına rağmen onunkiyle yarışabilecek buluşlara imza atıyorlar. Bu nokta ise akıllara dehanın ve başarıya giden yolun sadece kişinin özelliklerine bağlı olmadığını ama aynı zamanda da hayatında yaşadığı, sürekli maruz kaldığı pek çok küçük olayla da ilişkilendirilebileceğini getiriyor. Albert için bunlardan bir tanesi 12 yaşındayken Öklid geometrisiyle tanışması ve onunla ilgili bilgilerini geliştirebilmesi için amcası ve Max Tolmenz’den aldığı yardımlardır; geometriyle birlikte matematiğe olan ilgisi artmış ve belki de bu yüzden evrenin yapısını anlama çabamıza geometrik bir yaklaşım getirmiştir. Öyle ki, genel görelelik teorisi dediğimiz şey, esasında evrenin dört boyutlu yapısının Öklid-dışı geometriler kullanılarak anlatılmasını da içerir.
Benzer örnekleri daha önceki yazılardan Charles Darwin ve Michael Faraday için de verebiliriz. Hayatlarındaki bazı olaylar onların bilime bakışlarını ve daha sonraki yaşantılarında sahip oldukları imkanları yaratmaları bakımından önemlidir. Charles Darwin için annesi ile başlayan botanik bilgisinin zaman geçtikçe kendi çalışmalarıyla geliştiğinden bahsetmiştik; ancak bu bilgilerini düzenleyen ve onları bilimsel araştırmaya yönelik kullanabilmesini sağlayan kişi, Edinburgh Üniversitesi’nden bir zooloji profesörü olmuştu. Daha sonrasında da Darwin’in Cambridge’de tanıştığı bir başka profesör ise onun Beagle HMS gezisine katılmasını sağlamıştı. Karşısına böyle fırsatlar çıkmamış olsaydı neler olabileceğini söylemek ise bu noktada çok güç, elbette.
Michael Faraday’ın durumunda ise çok iyi yürekli bir ciltçinin yanında çalışıyor oluşu, ciltçinin onun yeteneklerini farketmiş oluşu ve ona yardımcı olmak için bazı bilimsel gösterilere bilet alışını hayat değiştiren olaylardan birkaçı olarak gösterebiliriz. Ciltçi ustası sayesinde genç Michael izbe bir dükkanda harap olmamış ama tarihin yetiştirdiği en önemli deneysel fizikçilerden birisi haline gelmiştir.
Üzerinde durmak istediğim son nokta, bu büyük bilimadamlarının yetişmesinde ailelerin ve çocuğun ilk yıllarında içinde bulunduğu ortamın önemidir. Bu yazı dizisindeki üç örneği de incelediğimiz zaman çocukluk yıllarının ortak özelliklerinden bir tanesi aileleri veya yakın çevrelerindeki insanlar tarafından gördükleri yakınlık ve destektir. Charles Darwin oldukça zengin ve eğitimli bir aileden geliyordu; babası onun eğitimi için hiçbir şeyi esirgememişti, annesi sahip olduğu bütün botanik bilgisi ve ilgisini ona aktarmaya çalışmıştı, ağabeyi kendi başına sürdürdüğü kimya deneylerine Charles’ı da katmıştı. Bu kadar şanslı olmayan Faraday‘ın yardımına Glesitler diye adlandırılan dini cemiyet koşmuştu. Haftalık toplantılarda genç üyelerin kişisel gelişimleri ve sorunları ile ilgili yardımlarda bulunmuşlar, Michael’ın kendi başına çalışabilmesi için gerekli olan desteği ve bilgi ihtiyacını da sağlamışlardır. Einstein’ın durumunda eğitimli ve geniş ailesinin hem onun okul eğitimi hem de diğer ilgi alanlarındaki bilgi birikimini geliştirmesi konusundaki destekleri su götürmez bir durumdadır. Sadece Öklid geometrisiyle tanışmış olması değil, aynı zamanda da ileri matematik çalışabilmesini sağlayan, karşılaştığı ilk sorunlarda ona destek olan ailesi ve aile dostları Einstein’ın gelişiminde önemli bir rol oynamışlardır.
“Dahiler Küçükken” yazı dizimde vurgulamak istediğim nokta, her ne kadar anlaşılmaz ve erişilemez gözükseler de, bütün dahilerin aslında birer insan oldukları; onları “dahi olarak doğmuş abi adam” şeklinde ifadelere gerek kalmadan, hem çocukluk yıllarındaki günlük hareketlerine ve daha sonraları karşılarına çıkan önemli olaylara bakarak da bir nebze anlamamızın mümkün olduğudur. Elbette ki dehanın yapısı ve ortaya çıkışı konusundaki bilgilerimiz tam değil, hala anlamadığımız pek çok şey var. Gene de, çocukluk yıllarında yaşadıkları olayları inceleyip anlamamızın dehayı ve dehanın gelişimini anlamamızda çok önemli olduğu inancındayım.
Kaynakça:
1-Howe, Michael. Genius Explained. Cambridge University Press
2-en.wikipedia.org/wiki/Albert_einstein
Notlar:
Bu yazı dizisi ilginizi çektiyse, kaynakçada yer alan Michael Howe’un kitabına danışmanızı öneririm. Burada bahsettiğim üç bilimadamının yanında Mozart gibi ünlü müzisyenlerin ve George Stephenson gibi önemli mucitlerin de yer aldığı kitapta genel olarak dahilerin anlaşılmaz olmadıkları ve çocukluklarını daha detaylı inceleyerek onların başarılarını bir nebze olsun anlayabileceğimiz fikri işleniyor. Benim bildiğim Türkçe bir çevirisi yok kitabın maalesef, ancak ilgilenen okurlarımız internet üzerinden kitabın İngilizce sürümüne ulaşabilirler.
Yorum Ekle