Her hangi bir yerdeki adaletsizlik başka yerlerdeki adalet için tehdittir.

Martin Luther King Jr.,


The_Usual_Suspects_027

Televizyonda yayınlanan suç ve polisiye dizilerinden en çok Law & Order’ı severim. Sonuna ek almış olan SVU ve Criminal Intent’i değil ama 1990’da yayınlanmaya başlayanı. 45 dakikalık dizi bir cinayet kurbanının bulunması ile başlar; ilk 20 – 25 dakikasında New York dedektiflerinin suçluyu yakalayışlarını izleriz. Kalan sürede ise Amerikan adalet sisteminin yargılama, savunma, iddianame hazırlanması gibi süreçleri gösterilir izleyicilere. Dizinin bu basit akışı “polis suçluyu yakaladı ve adalete teslim etti” cümlesinin ne kadar yanlış olduğunu, polisin takip ettiği delil toplama, sorgulama, görgü tanıklarının ifadelerini alma süreçlerinin adaletin nasıl ayrılmaz bir parçası olduğunu gözler önüne serer.

Mahkeme önüne gelen sanığın suçlu ya da suçsuzluğunu gösterecek, polisin çalışmaları ile elde ettiği deliller içerisinde belki de en makbul olanı –son yıllarda en geçerli delil haline gelen DNA analizlerini saymazsak- görgü tanıklarının ifadeleri olsa gerek. Oysa, 90’lı yıllardan bu yana suçluların bulunmasında adaletin en önemli aracı haline gelen DNA analizleri ve psikoloji araştırmaları masum insanların görgü tanıklarının bilmeden yaptıkları hatalardan korunması gerektiğini gösteriyor. Örneğin Innocenceproject.org (Masumiyet Projesi) isimli site A.B.D’de 1989 yılından bu yana suçsuz oldukları halde ceza aldığı ispatlanan 302 masum insanın adaletsizliğe uğramasında en büyük katkının görgü tanıklarının suçluyu yanlış teşhis etmesi olduğunu aktarıyor. Az bir oran değil verilen; 302 vakanın % 72’isinde görgü tanıklarının hatası rol oynamış[1]. Bilimsel çalışmalara azıcık değer verilmekle önlenebilecek bu adaletsizlikler bilime ve biliminsanlarının çalışmalarına kulak kabartılmasının önemini vurguluyor neresinden bakılırsa bakılsın.

Görgü tanıklarının sorgulama sırasında yönlendirmeye açık oldukları iddiası ilk olarak 1900 yılında Alfred Binet tarafından ortaya atılıyor[2] olsa da görgü tanıklarının doğruluğunu ve güvenilirliğini ciddi anlamda sorgulayan ilk araştırmacının Hugo Munsterberg[2,3] olduğu biliniyor. 20. Yüzyılın başlarında çeşitli araştırmacılar görgü tanıklarının olayları yanlış hatırladıklarına dair yayınlar yapıyorlar. Bu araştırmalar daha çok bir fikri test eden ilginç deneyler olarak kendilerini gösteriyorlar. Nitekim modern veri toplama standartlarına göre oldukça zayıf verilerle yayınlanan bu araştırmalar pek kabul görmüyor ve adalet sisteminde herhangi bir etki yaratmıyorlar[2]. Yine de bu ilginç deneylerden birinden örnek olması için kısaca bahsetmekte fayda var:

1901 yılı sonunda Prof. Franz von Liszt ders verdiği sınıfta bir tiyatro oyunu sergiliyor. Sınıfta ders içerisinde iki öğrenci aniden ateşli bir tartışmaya tutuşuyorlar. Tartışmanın hararetinin arttığı bir anda öğrencilerden biri tabanca çekiyor ve araya girmeye çalışan profesörü vuruyor. Dersi izleyen öğrenciler korku içerisinde bakınırken profesör ayağa kalkıyor ve olayın düzmece olduğunu açıkladıktan sonra öğrencilerden gördüklerini yazmalarını istiyor[4,5]. Öğrenciler gerçekte hiç olmayan konuşmaları kavgacıların ağzından duyduklarını anlatıyorlar. En doğru şekilde olayı anlatanın bile ifadesinde olmamış olayların oranı %25’i buluyor. İşin ilginç tarafı hikayesini anlatan öğrenci ne kadar çok kendine güveniyorsa anlattıkları o kadar hatalı oluyor[5].

Prof. Elizabeth Loftus
Prof. Elizabeth Loftus

Hafızamızın sanıldığı kadar güvenilir olmadığını gösteren çalışmalar yapan deneysel psikologlar içerisinde Elizabeth Loftus’un özel bir yeri var[2]. 1970’li yılların ortalarında başlayan araştırmalarında Loftus hafızanın olayları nasıl hatırladığı konusunda çeşitli yayınlar yapıyor. 1974 yılında yayınlanan çalışmasında Loftus deneklere bir araba kazasının videosunu izlettiriyor; daha sonra denekleri aracın hızı konusunda sorguya çekiyor. Deneklerden araçların hızını tahmin etmelerini isterken sorduğu sorunun biçimini değiştirerek dışarıdan verilen bir bilginin bir olay hakkındaki anılarımızı nasıl etkilediğini belirlemeye çalışıyor. “Araçlar birbirine dokunduğunda yaklaşık hangi hızda gidiyorlardı?” sorusunu sorduğunda aldığı tahminler “araçlar birbirine girdiğinde yaklaşık hangi hızda gidiyorlardı?” sorusuna verilen tahminlere göre çok daha düşük oluyor; ilk soruya verilen ortalama hız 31.8 mil/saat iken ikinci soruya verilen yanıtların ortalaması 40.5 mil/saat[6]. Bu çalışması ile sorunun soruluş biçiminin olayları hatırlayış şeklimizi değiştirdiğini, yönlendirici soruların hafızamızda önemli etkileri olduğunu gösteriyor. Ayrıca Loftus “The Formation of False Memories” isimli makalesinde ise hiç yaşanmamış olayların bile yaşanmış gibi hatırlanmasının mümkün olduğuna dair güçlü kanıtlar sunuyor, olmamış olayların hafızamıza yerleştirilebileceğine işaret ediyor[7].

Bir olayı hatırlarken dışarıdan gelen hatalı ya da gerçek dışı bilgilerin anılarımız çarpıttığını gösteren çalışmalara imza atan Loftus’tan farklı olarak insan hafızasının insanları nasıl hatırladığı üzerinde çalışan başka bir biliminsanı Robert Buckhout insanları nasıl hatırladığımız ile ilgili çalışmalar yapıyor. Buckhout’un çalışmaları çok prestijli dergilerde yayınlanmasa da görgü tanıklarının şüpheliyi teşhis etme süreçleri konusunda bir çok genç araştırmacıyı etkileyen Buckhout filmlerden aşina olduğumuz Amerikan karakollarında 6 kişi içinde şüpheliyi teşhis eden görgü tanıklarının sıklıkla hata yaptığını ilginç bir çalışma ile kamuoyuna göstermiş. Buckhout, New York şehir televizyonunun tarafından yayınlanan bir kapkaç olayı sahneliyor. Daha sonra 6 kişilik bir şüpheli grubu içinden izleyicilerden doğru kişiyi teşhis etmelerini istiyor. Geri dönüş yapan 2145 izleyicinin yaklaşık 2000’i yanlış kişiyi saldırgan olarak teşhis ediyor[2].

Loftus, Buckhout ve yüzlerce başka araştırmacı 1900’lerin başından bu yana hafızanın bir video kamera olmadığını anılarımızın her anlatılışta tekrar tekrar yaratıldığını, bazı detayların eklendiğini/çıkarıldığını, hatırladıklarımızın zaman içinde değiştiğini gösteren çalışmalar yapmış olsalar da bu çabaların meyvelerini vermeye başlamaları 1999 yılını buluyor; Amerikan Adalet Bakanlığı (DOJ) o yıl görgü tanıklığı konusunda uzman olan değişik dallardan 34 kişilik bir ekibin önerileri doğrultusunda “Görgü Tanıklığı: Kanun Uygulayıcılar için Kılavuz”[8] isimli bir dokümanla ilgili birimlere yol göstermeye başlıyor. 34 kişilik ekibin içerisinde kriminal psikoloji alanında önde gelen araştırmacılarından Gary Wells de var.

Görgü tanıklarının ifadelerinin nasıl alınması gerektiği konusunda çalışan Gary Wells adalet sistemini değitirmek konusunda
Görgü tanıklarının ifadelerinin nasıl alınması gerektiği konusunda çalışan Prof. Gary Wells ders Iowa State üniversitesinde ders sırasında.

Gary Wells görgü tanıklarının güvenilirliği ile ilgili çalışmalardan ziyade görgü tanıklarının performanslarını etkileyen faktörler üzerinde çalışıyor. Profesör erken dönem deneylerinden birinde bir suça tanık olan 100 kişiye içlerinde gerçek suçlunun da bulunduğu 6 kişi arasından suçluyu teşhis etmelerini istemiş. 54 kişi gerçek suçluyu seçerken, 25 kişi masum birini suçlu olarak teşhis etmiş. Kalan 21 kişi ise suçlunun grup içinde bulunmadığını belirtmiş. Bu rakamlar oldukça iç karartıcı ama aynı suça tanıklık eden başka 100 kişinin verdiği yanıtlar kadar değil. İkinci denek grubuna gösterilen 6 kişi içerisinde gerçek suçlu bulunmamasına rağmen sadece 32 kişi gerçek suçlunun altı kişi arasında olmadığını söylerken kalanların nerede ise tamamı suçluya en çok benzeyen masum birini teşhis etmiş[3].

Benzer sonuçları veren diğer çalışmalarının ışığında Wells görgü tanıklarının performanslarını etkileyen 2 ayrı grup değişken olduğunu söylüyor: “sistem değişkenleri” ve “kestirici değişkenler”. Kestirici değişkenler tanıkların suçluyu teşhis ederken hata yapmalarına yol açan fakat adalet sisteminin kontrol edemediği faktörler. Suça tanık olmanın getirdiği stres, başka ırktan bir suçluyu teşhis etmenin getirdiği zorluklar, suç esnasında silaha odaklanmanın olumsuz etkileri, suça tanık olunan sürenin uzunluğu, tanıklık ile ifadenin alınması arasında geçen süre kestirici değişkenlerden bazıları. Sistem değişkenleri ise adalet sisteminin üzerinde etkisi olan doğru uygulamalarla tanıkların hafızaları üzerindeki olumsuz etkileri en aza indirilebilecek faktörler. Örneğin aynı suça tanık olan kişilerin olaydan sonra detayları birbirleri ile paylaşırken karşı tarafın hafızasını kirlettikleri çeşitli araştırmalar tarafından ortaya koymuş. Suç mahalline ilk olarak intikal eden polislerin tanıkları birbirinden ayırması tanıkların hafızasının mümkün olduğunca dış faktörlerden etkilenmemesini sağlıyor[2]. Adalet sisteminin tanıkların ifadesini alırken ya da tanıklar suçluyu teşhis ederken dikkat edeceği tanığa gereksiz bilgi vermemek, yönlendirmemek hatta tanığa “suçlu bu grubun içinde olabilir de olmayabilir de”[9] diye küçük bir hatırlatma yapmak bile tanıkların doğru kişiyi teşhis etme, olayı gördükleri gibi anlatma olasılıklarını arttırıyor.

Prof. Wells teşhis sürecinin bilimsel bir deney gibi düşünülmesi gerektiğini söylüyor ve David A. Harris’in “Failed Evidence: Why Law Enforcement Resists Science” isimli kitabında aktarıldığı şekliyle bu fikrini şöyle açıklıyor:

polisin bir hipotezi vardır (şüpheli aslında suçludur); hipotezlerini test etmek için materyal toplarlar (örn: [şüpheliye benzeyen kişileri bir araya getirirler] fotoğrafları hazırlarlar); bir deney sistemi hazırlarlar (fotoğrafları [şüphelileri] bir sıraya koyarlar), deneklere (görgü tanıklarına) gerekli talimatları verirler; deneyi yaparlar (tanıklara şüphelileri ya da fotoğraflarını gösterirler); verileri kaydederler (şüpheli teşhis edildi mi edilmedi mi?); elde edilen veriler ışığında hipotezlerini değerlendirirler (şüpheli gerçekten suçlu mu değil mi karar verirler)[10].

Biliminsanlarının bir bilimsel deney gibi gördükleri suçluyu teşhis etme ve hafızamızın oyunlarına, yanılgılarına açık olan sorgulama süreçlerinin toplumsal adaletin sağlanmasındaki rollerinin önemi sadece masum insanların suçlu ilan edilmesini önlemekle sınırlı değil. Gerçek suçlu yerine masum birinin ceza çekmesi aslında gerçek suçlunun yakalanıp adalete teslim edilmediği ve suç işlemeye devam ettiği anlamına geliyor. Gerçek suçlunun yakalanamamış olması masum insanların hayatlarından çalar belki de ölüme sürüklerken başka birinin yakalanmış ya da şüpheli konumunda olmasından faydalanarak serbestçe aramızda dolaşabiliyor ceza alması gerekenler.

Hamdi Kayar ölümünden sonra aklandı.
Hamdi Kayar ölümünden sonra aklandı.

Görgü tanıklarının hataları nedeni ile A.B.D’de idam edilmeyi beklerken DNA testleri ile aklanıp cezaevinden kurtulanlar şanslı olanlar. Ülkemizde kaç kişinin görgü tanıklarının hatası nedeni ile ceza aldığını gösteren bir çalışmaya rastlamadım. Hatta ceza aldıktan sonra DNA testi ile aklanan var mı yok mu onu dahi bilmiyorum. Ancak 28 Mayıs 2011’de tecavüze uğrayan 85 yaşındaki kurbanın kendine tecavüz eden kişi olarak gösterdiği, teşhisin ardından tutuklanıp mahkemeye sevk edilen ve kefaletle serbest bırakılan Hamdi Kayar’ın bu tutuklanmayı gururuna yediremeyip yaşamına son verdikten 2 sene sonra DNA testi ile aklanması ülkemizde de benzer adaletsizliklerin yaşandığına işaret ediyor[11,12].

Umarım kanun yapıcı olan T.B.M.M bundan sonraki yargı paketlerini hazırlarken bilime ve biliminsanlarının çalışmalarını bir parça inceler ve gerekli önlemleri alma yönünde az da olsa adımlar atar; yoksa “aman beni şahit yazmasınlar” diyerek olay yerinden hızla uzaklaşanları ayıplamak yerine olası bir adaletsizliğe sebep olmadıkları için alkışlamamız gerekebilir.


Kaynaklar:

  1. http://www.innocenceproject.org/Content/Facts_on_PostConviction_DNA_Exonerations.php 16 Şubat 2013 tarihinde ziyaret edildi
  2. Eyewitness Evidence: Improving Its Probative Value, Gary L. Wells, Amina Memon, and Steven D. Penrod
  3. Seeing Is Believing, Steve WeinBerg, The American Prospect Nov/Dec 2012,
  4. Psikonevrotik Keçiler, Alex Boese
  5. http://en.wikipedia.org/wiki/Franz_von_Liszt 18 Şubat 2013 tarihinde ziyaret edildi
  6. Reconstruction of Automobile Destruction:
An Example of the Interaction Between Language and Memory, Elizabeth F. Loftus & John C. Palmer
  7. 7. The Formation of False Memories, Elizabeth F. Loftus, Jacqueline E. Pickrell
  8. Eyewitness Evidence A Guide for Law Enforcement Research Report, U.S. Department of Justice
  9. False Eyewitness “Who are you going to believe? Me or your lying eyes?”, Douglas Starr, http://discovermagazine.com/2012/nov/04-eyewitness 18 Şubat 2013 tarihinde ziyaret edildi
  10. Failed Evidence: Why Law Enforcement Resists Science, David A. Harris
  11. http://gundem.milliyet.com.tr/mugla-da-komsu-tecavuz-iddiasi/gundem/gundemdetay/30.05.2011/1396487/default.htm 1 Mart 2013 tarihinde ziyaret edildi
  12. http://www.gundem724.com/3-sayfa/masumiyeti-intihar-ettikten-sonra-anlasildi-h755201.html 1 Mart 2013 tarihinde ziyaret edildi

yorum

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • başlıkların ya da konunun yarattığı beklentinin altında kalan bir yazı daha.. böyle bir çok yazı var aslında ama özellikle bu ay biraz fazla…çok fazla yazı var ama bu gereksiz uzunluğuk insanın hevesini kursağında bırakarak sona eriyor…hani bir filmi ”şimdi değişecek,.şimdi birşeyler olur” diye izlemeye devam ederken filmin sonu gelir ya hani o tadı veriyor bazıyazılar..bu konu hakkında sanki daha fazla bilgi verilebilirdi..daha başka yönlerden bakılabilirdi veya örneklendirilebilirdi..bu yorum sadece bu yazı için değil tabii..

    • Okan Bey,

      Yorumunuz için teşekkürler. Konu oldukça derin bir konu ve tek bir yazıda derinlere inmek çok mümkün değil. Temel fikrin verildiği bir yazı olarak yazıldı. Önümüzdeki sayılarda daha özel bilgilerin verildiği makale ve araştırmalarla ilgili yazacağım.

      Sevgiler,

Bahadır Ürkmez

#direngezi, #direnülkem diyen Boğaziçi Makina Mühendisliği mezunu çapulcu, yalansavar.org’da yazar. Ege Üniversitesi'nde Eleştirel Düşünce dersi vermesine rağmen hayatını çimento ve mineral sektörüne danışmanlık, proje hizmetleri vererek kazanıyor.