Bundan yüzyıl önce, Robert Scott ve dört meslektaşı Güney Kutbu’na yaptıkları talihsiz bir keşif yolculuğu sırasında öldüler. Christopher Riley, Antarktika’ya özgü uç koşulların insan vücudundaki etkilerini anlamamıza yarayan bilimsel süreçleri inceliyor ve bir araya geldiklerinde Scott ve beraberindeki ekibinin ölümüne neden olan bu koşulları gün ışığına çıkarıyor.
1912 yılında, Antarktika kıtasına olan ilgisizliğimiz, böyle bir yerdeki uç iklim koşullarının insan vücuduna olası etkilerine olan ilgisizliğimizle bir yarış halindeydi. İnsan ruhunun güçlükleri alt ettiği ve gezegenleri keşfetmeye giriştiği bu keşif gezileri çağında, insan vücudunun fiziksel kısıtları, üzerinde çok da düşünülen ve kabul gören konular değildi.
O günlerde, Scott gibi maceraperest adamların bilime duydukları güven, bilmedikleri şeylerin kendilerine zarar veremeyeceği yolunda olan inançlarıyla perçinlenmişti. Bu sarsılmaz iyimserlik, genelde Viktorya dönem keşiflerinin temel kaynağını oluşturuyordu ve beraberinde biraz da iyi şans olduğunda genelde keşifleri zaferle sonuçlanıyordu. Ancak şans kaşiflerin yanında olmadığında, korkunç sonuçlara da yol açabiliyordu.
Soğuk
Scott, kendinden önceki kutup kaşifleri gibi, aylar boyunca soğuk bir ortamda kalmanın sonunda insan vücudunda bazı adaptasyonlara neden olacağına, bu adaptasyonların da insanların hayatta kalmalarını kolaylaştıracağına inanıyordu.
Gerçek şu ki insanlar homeotermik canlılardır ve dondurucu soğuk yerine daha ılıman iklimlerde yaşamak üzere evrimleşmişlerdir. Soğuğa karşı olan en temel adaptasyonumuz olan ve kol ve bacaklarımıza giden kanı azaltmaya yarayan damar büzüşmesi, sadece ilave bir kat giysinin bize verebileceği kadar bir ısıl koruma sağlar.
İronik olanı, damar büzüşmesi yoluyla sağladığımız bu koruma, bizi soğuk ısırığına karşı da savunmasız kılar. Soğuk ısırığı sırasında, hücrelerimizin içindeki sıvı donarak buz kristalleri haline gelir ve bu kristaller hücrelerde geri döndürülemeyen hasarlara neden olur. Scott ve ekibi, kutup bölgesinden dönerken -40ºC’lik soğuk bir havayla karşılaştılar ve hepsi soğuk ısırığının kurbanı oldular.
Aslında, Antarktika yaylasında bu denli soğuk havaların çok nadir olduğunu biliyoruz. 30 yıl boyunca yapılan meteorolojik ölçümler, Scott’un Güney Kutbu’na gitmeye çalıştığı mevsimlerde Antarktika’daki hava sıcaklığının ortalama – 25ºC civarında olduğunu gösteriyor. Scott’un deneyimlediği kadar soğuk günler ancak on yılda bir görülüyorlar, on yıldan dokuzunda hava sıcaklığı hayatta kalmaya çok daha elverişli. Ancak ne büyük şanssızlık ki 1912 yılı çok soğuk bir yıldı ve -40ºC sadece soğuk ısırığı riskini artırmakla kalmıyor, aynı zamanda kayakların altındaki karların erimemesi nedeniyle kızakla kaymayı da imkansız hale getiriyordu. Bu durumda kaşifler, kızaklarını çekmek zorunda kalmışlar ve bu nedenle olması gerekenden çok daha fazla enerji harcamışlardı.
Bu sıradışı hava sıcaklığı bölgedeki hava basıncını da artırmış ve bu artan basınç normalde yüksek yaylalardan sahile doğru esen rüzgarı da engellemişti. Normalde, bu rüzgarın keşif ekibini önüne katıp daha hızlı ilerlemerini sağlaması gerekirdi. Rüzgarın yokluğu ve karın kızakla kaymaya elverişsiz derecede soğuk olması ekibin ilerlemek için fazlasıyla çabalamasına neden olmuştu, böylece hem kendilerini sıcak tutmak hem de ilerleyebilmek için çok daha fazla kalori harcamak zorunda kalmışlardı.
Açlık
1912 yılında beslenme bilimi hala emekleme aşamasındaydı.Besinler ve insan vücudundaki metabolizmalarının altındaki kimyasal ve fiziksel etkiler hakkında çok az şey biliniyordu. Ancak ana besin gruplarının sağladığı enerji miktarı 20. yüzyılın başlarında ölçümlenmişti, bu nedenle Scott’un yağın kalori değeri hakkında bilgi sahibi olması gerekir.
Ancak bu bilgiye rağmen, tıka basa dolu 100 kg ağırlığındaki bir kızağı buz üzerinde itmeye çalışmak gibi öngörülmeyen aktivitelerin vücutta doğuracağı artmış kalori ihtiyacı tam olarak hesaplanmamıştı. Bu hesap, Scott’dan yaklaşık 80 yıl sonra Dr. Mike Stroud ve Sir Ranulph Fiennes 1992-1993 yıllarında Antarktikayı yürüyerek kat etmeye kalkıştıklarında yapılacaktı. Stroud ve Fiennes, bu yürüyüş sırasında kişi başına günde 7000 kcal harcadılar, yokuş yukarı çıktıkları günlerde bu rakam 11.000 kcal’ı bulmuştu.
Bu rakamlara karşılık, Scott’un ekibinin günlük porsiyonlarının kalori değeri sadece 4.400 kcal idi, yani kilo vermelerini önleyecek miktarın %60’ından daha azdı. Scott hesaplamalarını yaşadığı dönemde elinde bulunan en iyi veriler üzerinden yapmıştı, bu veriler ise Ernest Shackleton tarafından 1908 yılında yapılmış bir Antarktika keşif gezisinden geliyordu.
Fizyolojist Lewis Halsey ve Mike Stroud’a göre, kalori alımındaki böyle bir eksiklik, ekip üyelerinin vücut ağırlığında haftada yaklaşık 1.5 kg kayba neden olmuş olmalı. Stroud, “Güçlüler hayatta kalır” isimli kitabında, bir insanın kayda değer şekilde güçten düşmeksizin vücut ağırlığının en çok %15’ini kaybedebileceğini belirtiyor. Arama ekibinin kayıtlarına göre, Scott öldüğünde vücut ağırlığının %40’ını kaybetmişti. Bu denli çarpıcı bir kaybın kalori eksikliğine ilaveten bir diğer nedeni de o yıllarda metabolizma ile ilgili çok temel bir yanlış anlaşılma idi. 20. yüzyılın başlarında, kasların egzersiz sırasında kasılmaları sonucunda kütlelerinin bir kısmını kaybettiklerine inanılıyordu. Bu nedenle, bu tip bir keşif seyahati için yağ yerine proteince zengin bir diyet önerilmişti. Bu öneri sonucunda erzaklarda ekip üyelerinin esas ihtiyacı olan yağ kısıtlanarak protein miktarı artırılmış ve bu da öğünlerdeki kalori miktarının ekip üyelerinin keşif sırasında yapacağı fiziksel aktiviteler için gerekli olacak kalori miktarının altına düşmesine neden olmuştu.
Bugün artık yoğun fiziksel aktivite sırasında ilk üç saat içinde vücuttaki hazır glikoz depolarının tükendiğini biliyoruz. Bu sürenin sonunda , vücut karbonhidrat ve yağlardan enerji elde etmeye başlıyor. Vücuttaki proteinler, yani kas dokusu, ancak yağ ve karbonhidrat depoları bitince glikoza çevrilip enerji üretiminde kullanılıyorlar. Bir gram yağ yakıldığında 9 kalori enerji ortaya çıkarken, bir gram karbonhidrat veya protein yakıldığında sadece 4 kalori enerji ortaya çıkıyor. Olası kalori eksikliğinin önüne geçmek için bu bilgiler ışığında hazırlanan modern Antarktik diyetler oldukça yağdan zengin.
Stroud ve Fiennes, 1992-1993 yıllarında teknolojik destek olmadan insan gücüyle yaptıkları Antarktika yürüyüşünde, kaslarını koruyacak yüksek enerjili bir diyet uyguladılar. Diyetlerinin %57’sini yağ, %35’i karbonhidrat ve sadece %8’i proteinden oluşuyordu. Bu yüksek enerjili diyete rağmen, harcadıkları günlük kalori, besinle aldıklarının üzerine çıktı ve her biri yaklaşık 20 kg kaybetti, seyahat sırasında ortaya çıkan kas dokusu kaybı nedeniyle de fiziksel kondisyonlarında %20 düşüş ortaya çıktı.
Stroud ve Fiennes’in diyetinin aksine, Scott’un porsiyonları sadece %24 yağ, %29 protein ve %47 karbonhidrat içeriyordu. Bu oranlarla, Scott ve ekibinin attıkları her adımda kilo vermiş olması ve sonunda aşırı derece zayıflamaları çok da şaşırtıcı bir durum değil.
Ekip üyeleri zayıfladıkça, vücut sıcaklıklarını sabit tutabilmek için daha çok çabalayacak ve hipotermiye daha da meyilli hale geleceklerdi. Bu diyete devam ettikleri sürece vücutlarındaki yağ ve protein depoları tamamen boşalacak ve artık hayati organları metaboliza etmeye başlayacaklardı. Bu durum nedeniyle kısa zaman içinde fizyolojik fonksiyonları bozulacak, kalp ve damar sistemi kapasitelerinde azalma, ve metabolizma hızlarında yavaşlama meydana gelecekti. Yavaşlayan metabolizma nedeniyle ısı üretimi mekanizmaları iyice bozulacak, bu yokuş aşağı süreç önce ciddi hipotermiye neden olacak ve ardından da ölümle son bulacaktı.
İskorbüt – C Vitamini Eksikliği
Günümüzde raflarda sıra sıra gördüğümüz multi-vitamin tabletleri satan dükkanlar, vitaminlerin beslenmemizde ne kadar önemli bir rol oynadığını unutmamıza neden oluyor. Ancak Scott, vitaminlerin öneminin bilinmediği bir çağda yaşıyordu. Evindeki beslenmesi sağlıklı bir yaşam sürdürmesini sağlayacak kadar vitamin içeriyor olmasına rağmen, yolculuk için hazırladığı yiyecekler sağlıklı olmasını sağlayacak hayati mikrobesinlerinden yoksundu. Örneğin, o yıllarda uzun süreli seyahat edenlerin bir hastalığı olan C vitamini eksikliği yani skorbütün, besinlerin saklandıkları kaplardan yayılan zehirler yüzünden ortaya çıktığı sanılıyordu. Hatta bazıları, skorbütün bulaşıcı bakteriyel bir hastalık olabileceğine inanıyorlardı. Skorbütün en belli başlı belirtisi küçük damarların çeperlerindeki bozulma ve yara iyileşmesindeki gecikmeydi. Daha ileri vakalarda vücudun farklı yerlerinde iç kanamalar, hatta beyin kanaması görülebiliyordu.
Sebze, taze meyve ve et gibi belirli başlı yiyeceklerin bu belirtileri iyileştirdiği biliniyordu. Ancak karanlık, soğuk ve yoğun bedensel aktivitenin de kötü beslenmenin yanı sıra skorbütün nedenlerinden olduğu sanılıyordu. Ne yazık ki ekibin bakterileri öldürmek için erzaklarını pastörize etmesi çok ciddi bir soruna neden olmuştu: Pastörizasyon işlemi sırasında skorbüt olmalarını engelleyecek tek şeyi de imha etmişlerdi: C vitaminini.
Diğer vitaminlerin aksine, insan vücudu C vitamini sentezleyemez. Vücudumuz en çok 12 hafta boyunca C vitaminini askorbik asit olarak depolayabilir. Bu süre, Scott’un kutup noktasından geri dönüş yolculuğu ile aynı uzunluktaydı.
Artık, C vitamininin bağ dokumuzun yapı taşı olan kollajen sentezi için hayati öneme sahip olduğunu biliyoruz. Kollajen eksikliğinde, deri, yara ve tendonların gelişimi bozulur, iyileşmeleri yavaşlar. Eksiklikten muzdarip olan kişilerin kasları -ki buna kalp kasları da dahil- zayıflar. Her ne kadar Dr. Edward Wilson’un günlükleri bu belirtilerden bahsetmemiş olsa da belirtilerin açlıktan kaynaklanan güçten düşmeden ayırdedilememiş olması mümkün. Bugün, skorbüt hastalığının ekibin güçten düşmesine büyük katkısı olduğunu düşünüyoruz. Gerçekten de ekibin çelimsiz vücutları yaklaşık 8 ay sonra bulunduğunda Astubay Edgar Ewans’ın cildinde iyileşmemiş yaralar mevcuttu, burnu çürümüştü ve ellerinde iltihaplı yaralar açılmıştı.
Yükseklik
Deniz seviyesinin 3000 metre yukarısındaki kutup yaylalarındaki havanın oksijen miktarı deniz seviyesine göre %30 daha azdır. Bugün, yüksekliğin insan vücuduna etkisi hakkında bildiklerimizin çoğunu son 50 yılda öğrendik. Scott bunların hiçbirini bilmiyordu.
Soğuk ortamlara uyum sağlayamamızın aksine, vücudumuz düşük oksijen seviyesine kolaylıkla adapte olabilir. Önce hücre solunumumuzun verimliliğini artırırız, birkaç hafta içinde de kırmızı kan hücrelerimizin sayısını ve hemoglobin konsantrasyonunu yükselterek damarlarımızın oksijen taşıma kapasitesini artırabiliriz. 2007 yılında, Londra Universitesi’nde çalışan Dr. Daniel Martin, Everest’in tepesinde, yüksek irtifalarda kandaki oksijen miktarını ölçen bir deney yaptı. Everest dağının en yüksek zirvesinde atar damar kanında oksijen miktarı ölçülen Daniel, şimdiye kadarki bilinen en düşük kan oksijen seviyesini kayda geçirdi. Yaptığı bu deney, ”Gümüş Kulübe” adıyla anılan ve 1960’lardan beri Akut Dağ Hastalığı (ADH)’nı anlamak için yapılan deneylerin son aşamasıydı.
Bu deneyler gösterdi ki insan vücudu yüksek irtifaya hızla uyum sağlayacak fizyolojik değişimler gösterme kapasitesine sahip olsa da düşük basınçlı oksijene maruz kalmanın yine de istenmeyen ciddi fizyolojik etkileri mevcut. ADH’nin belirtileri arasında baş ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma, baş dönmesi ve uykuda düzensiz nefes alma var.
Kaşiflerin günlüklerinde bu belirtileri deneyimlediklerine dair notlar var. Bu deneyim, kesinlikle fiziksel anlamda çöküşlerini hızlandırmış, psikolojik durumlarının bozulmasını hızlandırmış ve iyileşmelerini engellemiş olmalı. Ancak, ADH’nın bugünkü kadar detaylı bilinmemesi nedeniyle Scott’un ekibinin bu durumun zaten bozulmaya başlamış fiziksel ve mental durumlarına olan etkisinin farkında olması ya da sürekli sıvı alımı ile ADH’yi tedavi etmeleri mümkün değildi.
Peki bunlara değdi mi?
Bu ekibin 1912 sonbaharında, Antarktika yaylasında geçirdikleri 50 gün boyunca çektikleri acılar günlüklerinin her sayfasına kazınmış durumda. Ancak çektikleri acılara rağmen, önceden yaptıkları programa uyarak kutup yolculuklarına devam ettiler, 7 Şubat’ta Mt. Buckley’den 14 kg kaya örneği toplamak ve bunların kaydını tutmak için durakladılar. Bu örnekleri toplamak, yaptıkları keşif gezisinin ana hedefiydi ve onları taşımanın getirdiği ilave yüke rağmen, ekibin bu keşif gezisini bilimsel veri toplamak için yaptığına olan inancı tamdı. İlerleyen haftalarda başlarına gelenlere rağmen, bir arama ekibi daha sonra topladıkları örnekleri bulacaktı ve ekip üyeleri boşu boşuna ölmemiş olacaklardı.
Verdikleri moladan on gün sonra, bir süredir sürekli tökezlemeye başlamış olan Astsubay Evans tekrar düştü, yolculuktan zaten yeterince zayıflamış olan bedeni artık iflas etmişti ve 17 Şubat’da beyin sarsıntısı nedeniyle öldü. Evans’ın ölümü zaten kötü hava koşulları ve yetersiz besin nedeniyle morali iyice bozulmuş olan diğer ekip üyelerini çok etkilemişti ve onların da çöküşlerini hızlandırdı. O zamanlar tam nedeni anlaşılamayan ağrılı kar körlüğü (korneanın kardan yansıyan güneş ışınları nedeniyle yanması) bu dünyadaki son günlerini inanılmaz ızdıraplı hale getirmişti.
Durumu diğer ekip üyelerinden daha hızlı bozulan kaptan Lawrence Oates, 16 Mart sabahı çadırından çıkıp yürümeye başladı ve bir kar fırtınası içinde kayboldu, vücudu asla bulunamadı. Scott, Bowers ve Wilson bir sonraki erzak depolarına kadar gitmeye çalıştılar, ancak bir fırtına nedeniyle duraklamak zorunda kaldılar ve fırtına geçene dek çadırlarına sığındılar. 800 millik dönüş yolculuğunu bitirip son erzak depolarına ulaşmaya sadece 11 mil yolları kalmıştı. Ancak tarih 29 Mayıs olduğunda fırtına hala dinmemişti, tüm enerjileri ve yemekleri son şansları ile birlikte tükenmişti.
Scott’un son günlük yazısı şöyle diyor: “ Sonuna kadar dayanacağız, ama elbette ki gün geçtikçe daha çok güçten düşüyoruz, sonumuz çok uzakta olamaz. Yazık, ama artık daha fazla yazamayacağım…. Tanrı adına ailelerimize iyi bakın.”
Sekiz ay sonra bir arama ekibi Scott ve kalan iki ekip üyesinin cesetlerini çadırlarının içinde buldu. Donmuş bedenlerinin yanında topladıkları fosiller, tuttukları hava durumu kayıtları, çeşitli notlar ve Scott tarafından çekilmiş fotoğraflar vardı. Seyahatleri boyunca, karşılaştıkları korkunç sona kadar araştırma ve keşif amaçlarından sapmamışlardı.
Antarktika’ya 45 yıl boyunca kimse gitmedi. Ancak Scott’un 1912’de yaptığı Güney Kutbu gezisinde toplanan veriler buzul bilimi, jeofizik, oşinografik akıntılar ve Dünya’nın manyetik alanları ile ilgili çalışmaları yıllarca besledi. Scott’un cesedinin hemen yanında bulunan fosillerden biri Glossopteris indica idi: 250 milyon yıllık, soyu tükenmiş bir tür huş ağacı. Bu ağacın Antarktika’da bulunması, tüm güney kıtalarının bir zamanlar birleşik olduğunu kesin olarak kanıtladı. Bu, kayan kıtalar teorisini destekleyen çok önemli bir veriydi ve gezegenimizi jeolojik olarak anlama sürecimizdeki çok önemli bir zinciri tamamlamıştı.
Bu veriyi insanlığa sunmak, Güney Kutbu’na ilk varan kişi olmaktan çok daha büyük bir ödüldü, hatta uğrunda ölmeye değecek kadar büyük…
Kaynaklar
- Royal Geographical Society – Expedition Medicine, Daniel Martin
- Imray CHE & Oakley EHN, 2006. Cold Still Kills: Cold-Related Illness In Military Practice Freezing and Non-Freezing Cold Injury. J R Army Med Corps, 152, 218-222
- Hallam MJ, Cubison T, Dheansa B and Imray C, 2010. Managing Frostbite. BMJ, 341, 1151-1156
- Stroud, M 2004. Survival of the Fittest: The Anatomy of Peak Physical Performance. Yellow Jersey, 256p.
- Stroud MA, Jackson AA, Waterlow JC, 1996. Protein Turnover Rates of Two Human Subjects during an Unassisted Crossing of Antarctica. British Journal of Nutrition, 76, 165-174.
- Stroud MA, Ritz, P, Sawyer MB, Coward WA. 1994. The measurement of energy expenditure using isotope-labelled water (2H218O) during severe exercise-induced weight loss and changing natural isotopic backgrounds. European Journal of Applied Physiology 76: 243-252.
- South Pole Journals
- Wikipedia: Terra Nova Expedition
- The Scott Centenery
Çevirenin Notu:
- Özgün yazı: Dr. Christopher Riley, 2012. Words of Captain Scott: 100 years of hindsight. Wellcome Trust Blog (İzin: CC BY-NC 2.0)
- Fotoğraflar: Flickr, Wellcome Images, Wikipedia
Yorum Ekle