“Başka insanların beni anlaması için milyarlarca ışık yılı yol kat etmesi gerekirken ona olan uzaklığım Planck ölçüsü kadar.”
Çağdaş Türk Romancılığı’nı pek takip ettiğim söylenemez. Aslında geç doğduğuma üzülüp dururum, zira hem bilimi, hem de Türk edebiyatını çok ileri bir noktadan geriye dönük takip etme ya da “hiç takip edememe” sıkıntısı büyük. Kitap severlerin -özellikle de yazın sanatının bir kaç çeşidiyle ilgili olanların- en büyük derdi okunacakların üstüste dizilerek yaptığı kuledir.
Türk romancılığı dendiğinde Sabahattin Ali’ler, Peyami Safa’lar, Ahmet Hamdi Tanpınar’lar, Kemal Tahir’ler ve daha adını sayamadığım niceleri bitmeden yenilerine geçmeye kıyamıyorum ben, ki muhtemelen benim kişisel bir takıntımdır. Araya pek az çağdaş roman alabiliyorum.
Öte yandan söz konu bilim kitaplığı olunca da bu defa eskilere dönemiyor insan: Çok temel eserleri okurken artık değişmiş olan bakış açıları, mülga olan fikir ve kanunların bir şeyleri yanlış idrak ettirme riski var. Dünya değişmiş, imkanlar değişmiş… DNA’yı Francis Crick’ten okumakla, Richard Dawkins’in görece yeni bir kitabından okumak arasında fark var.
Bilim kitaplarında başka bir derin yara daha var: İnsan biraz da kendi anadilinde yazılmış bilim kitapları arzu ediyor… Kitap bilim kitabı da olsa, kendi toplumundan, kendi çevresinden örnekler hem daha akılda kalıcı oluyor, hem de insan kitabı ve yazarı daha da benimseyebiliyor, ama bu kitapların yazılma, basılma oranı ile ülkedeki bilim üretimi arasındaki paralellik Türkçe bilim kitaplığını belli sınır şartları arasına sokuşturuyor.
Velhasıl… Bundan yaklaşık üç ay önce “Bir fizikçinin zihni” sloganıyla “Dünya Beni Bekler mi?” adlı bir kitaba rastladım. Kitap hakkındaki bilgi bana bir Facebook mesajı olarak geldi. Elbette herkes gibi romanın arka kapağın göz attım. Son derece iddialıydı:
“Evrende yalnız mıyız?
Elbette! Evrende yalnızız. Yalnız olmalıyız.
önemli şeylerden bir tane olur.
“Koskoca Evren, trilyarlarca yıldız, milyarlarca gezegen;
neden başkalarında da hayat olmasın?” Fazla basit bir mantık.
Onun yerine, neden bu kadar büyük bir boşluk içinde hayat meydana gelmiş diye şaşırmak lâzım.”* Işıktan daha hızlı olan ne?
* Solucan deliklerinden geçerek başka evrenlere seyahat edilebilir mi?
* Zamanın boyutu ve akışı nasıl tanımlanmalı?
* Küresel ısınma, ne tür bir ana nedenden kaynaklanıyor?
* İnsanın kişiliği, genetiğe indirgenebilir mi?
* Eşeysel çekicilik unsurları mı DN yı reklam ediyor, DNA mı çekiciliği vurgulatıyor?Kuvantum teorisinden iklim değişikliğine; yapay zekadan evrenbilime, kadın-erkek ilişkisinden psikanalize, zaman yolculuğundan determinizme çoğu bilimsel problemi ve felsefi sorguyu ele alan bir düşünsel ziyafete katılmak isterseniz bu romanı okumalısınız.
Böyle bir tanıtımdan sonra kitabı merak etmemek mümkün mü? Değil elbet, ama yazarı da mühim. Ardından bir astrolog, kuantum olumlamacı, melek terapisti çıkma riski de az da olsa var…
Şükür ki değil, ve hatta yazarın çok disiplinli görünen geçmişi de kitaba duyduğum ilgiyi arttırdı: Ankara Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü mezunu, aynı zamanda Fizik ve Matematik Bölümleri’nde yan dal yapmış, Yüksek Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nde gerçekleştirmiş olan ve doktora eğitimini halen Roma Üniversitesi Astrofizik Bölümü’nde gezegenbilimleri üzerine sürdüren yazarın, Gül Sevin Pekmezci’nin nasıl bir roman kurguladığını görmek benim için bir mesele haline geldi.
Bu mesele biraz uzun sürdü; zira kitap diyalog yönünden zayıf, ama tahlil açısından zengin. 391 sayfalık roman, diyaloglara sık yer veren bir kitap olsa idi 600 sayfayı bulabilirdi. O yüzden ağır ağır, sindire sindire okudum ve kendi kişisel yoğunluklarımla birlikte kitabı bitirmem 2 ayı buldu.
“Dünya Beni Bekler mi?”, doktora konusunu seçmeye hazırlanan, hırslı, idealist ve zeki bir “erkek” fizikçi olan Taşkın’ın doktora konusu seçim sürecindeki “zihnini” resmediyor ve karakterin düşünce dünyasında yol alıyor. Roman, disiplinlerarası çalışmak isteyen ve doktora konusu ile insanlık tarihinde çığır açmayı hedefleyen Taşkın’ın birlikte çalışmak istediği ve çok saygı duyduğu hocasının -ve rakibi olan diğer doktora adaylarının- çalışmak istediği konuyu biraz küçümsemiş olması ile vücut buluyor ve hayalkırıklığına uğrayan Taşkın pek çok sorunla aynı anda yüzleşmeye başlıyor: Birlikte çalışmak istediği Taner Hoca’nın açık kalan tek kontenjanı için iyi bir rakiple yarışmak ve yeni bir doktora konusu bulmak. Üstelik Taner Hoca teorik bir çalışmayı kabul etmeye daha yatkın, oysa Taşkın uygulamalı çalışmak, laboratuvarda yatıp kalkmak istiyor. Taşkın’ın bir sorunu daha var üstelik: Yıllardır birlikte olduğu, evlenme hayali kurduğu Dilara’nın bir proje için ABD’ye gitmiş olması ve proje sürecinin -biraz da Dilara’nın istek ve arzusuyla- sürekli uzaması. Ve tüm bunların yarattığı çelişkiler, sorgular ve soruşturmalar, romanın bütününü oluşturuyor.
Bir bilim kitabı olarak…
Bence kitabın en olumlu yönü oldukça öğretici olması. Görünen o ki didaktik sorgulamalar kurgunun bir parçası değil, yazarın bir amacı. Bu yüzden kitap pek çok açıdan bir ders kitabı gibi -hatta kimi yerde asgari düzeyde de olsa şekilli anlatımlar mevcut-.
Doktora konusunu seçmek için kendi kendine beyin fırtınası gerçekleştiren Taşkın, fiziğin, matematiğin, astronominin, biyolojinin pek çok konusunu temel düzeyde ele alıp, kendi zihninde karmaşıklığa doğru yol aldırıyor. Bu da temel bilimler hakkında yeteri kadar eğitime sahip olmadığını düşünen bir okuru pek çok konu hakkında bilgi sahibi yapabiliyor.
Bununla beraber, bazı noktalarda bilgi hataları ve bir takım yanılgılar mevcut. Bu hataların ve yanılgıların illa ki kötü olduğunu söyleyemeyiz, neticede tüm roman ana karakterin düşüncelerinden oluşuyor ve karakter her şeyi bilme iddiasında olmayabilir, fakat az önce bahsettiğimiz, temel bilimlerde yeteri kadar eğitime sahip olmayan okuru yanlış yönlendirme riski ortaya çıkıyor. Mesela Taşkın’ın telekinezinin varlığına inandığı yönündeki imaları ve “beyni tamamen kullanıyor olsaydık, ne kadar kusursuz bir dünya sağlardık kendimize” minvalinde cümleler, bazı yeni çağ safsatalarını destekler nitelikte. Bir kaç yerde de “doğallık safsatası” ya da diğer adıyla “doğaya yönelim safsatası” mevcut, ve hatta buna bağlı olarak geçmişteki tüm toplumların kaynakları iyi kullandığı ve doğayla içiçe yaşadıkları ve doğaya zarar vermedikleri ifade ediliyor, fakat tarih Mayalar, Vikingler gibi çok bilinen toplulukların da dahil olduğu, aşırı üreme, kaynakları aşırı tüketme, ormanları yok etme gibi nedenlerden ötürü çökmüş olan topluluk ailelerine sahip. Yine de bu örneklerin sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini vurgulamalıyım.
Öte yandan kitapta çok önemli bir “bilim insanı” eleştirisine de rastlıyoruz. Ki benim altını çizdiğim satırların hep bu bölümlere yoğunlaştığını söyleyebilirim. Bu satırları okurken, Taşkın’dan çıkıp kendi beyninize dönmeniz çok olası. Hatta “dışarıdan nasıl görünüyorum acaba?” sorusunu sorma ihtimaliniz de yüksek.
Bir edebi ürün olarak…
Kitabı bir bilim kitabı olarak değil de, salt bir roman olarak değerlendirdiğimizde karşımıza çetrefilli bir hayat çıkıyor. Kitabın büyüsünü bozmamak adına detaylarını vermeyeceğim bu durum bazı sosyal kurumları soruşturmaya açıyor. Özellikle de kadın-erkek ilişkilerinin değerlendirmesi baskın. Taşkın’ın zor bir süreçten geçerken sürekli olarak varlığına ihtiyaç duyduğu Dilara karakteri yazarın toplumsal cinsiyet eleştirisinin bir aracı haline geliyor. Hatta toplumsal cinsiyet ile insanın sosyal ihtiyaçlarının çatışması belirgin bir biçimde göze çarpıyor. Kitaptan seçmiş olduğum şu aşağıdaki alıntı çatışma ve aşk sentezinin çarpıcı bir vurgusunu içeriyor.
“İnsanın sevgilisiyle aynı dilden konuşmasndan daha iyi bir iletişim olamaz… Dilara’yla yaptığımız tartışmaların verdiği tatminlik, cinselliği solda sıfır bırakır. Bunu anlatamazsın işte kimseye. İki bedenin değil, iki beynin birliği! Daha üstün bir birleşme yok, ya da diğer boyutlarda mümkün olacak ancak.”
Kitap bu yönüyle salt bilimsel anlatımın olası sıkıcılığından uzaklaşıp, okuru da bilimsel bilgilenme sürecinden çıkarıp, kendi hayatı ve deneyimlerini sorgulamaya götürüyor.
Yazarın kadın, ana karakterin ise “erkek” olduğunu daha önce özellikle tırnak içerisinde ifade etmiştim, çünkü bir kadın olan yazar, karşı cinsten bir ana karakter kurgulamanın zorluklarıyla daha ilk kitabında yüzleşmeye karar vermiş gibi görünüyor. Açıkçası bunu da iyi başarmış… Ama zaman zaman “maskülist” yaklaşımları çok abarttığını da belirtmeden geçemem. Evet, haklıdır, Türkiye’nin ataerkil toplum yapısından kaynaklandığı üzere varsayılan bir düzeyde maskülizme ortalama her erkek bireyde rastlanır, fakat doğaya, çevreye saygılı, analitik düşünebilen, bilimsel ve eleştirel düşünüşü şiar edinmiş roman karakteri üzerinde kimi zaman biraz eğreti durabiliyor.
Kitabı şeklen değerlendirmek de gerekirse, en önemli probleminin, diyalogları olduğunu düşünüyorum. Kesintisiz, önünde ya da arkasında bir hareket ya da kişi adı taşımayan diyalog satırlarında bir süre sonra kaybolabiliyor, hangi cümleyi kimin söylediğini unutabiliyorsunuz.
En nihayetinde söyleyeceğim bu kitabın mutlaka okunması gerekliliğidir. Ayrıca doktora, yüksek lisans hatta liseden yeni mezun olmuş ve üniversite seçimi arefesinde olan okurların da kendilerinden pek çok şey bulabileceklerini, neye karar verecekleri hususta Taşkın’ın düşüncelerinden faydalanabileceklerini düşünüyorum.
Tabii bir de, bilim insanlarımızın yazmaya teşvik edilmesi önemli ve edebiyata yeni bir bakış ve sıradışı eserler kazandırabildikleri için özellikle de edebi eser vermelerinin teşvik edilmeleri gerektiğini düşünüyorum. Bir yazar için en güzel teşvik, onu okumaktır.
Eline sağlık Gül Sevin Pekmezci! Yeni romanlarını bekliyoruz…
Bağlantılar:
* Kitaba ait facebook sayfası: http://www.facebook.com/dunyabenibeklermi
Yorum Ekle