Dünya. Samanyolu galaksisinin dış kollarından birinde öylesine parlayan bir yıldızın üçüncü gezegeni.

Bu mavi gezegene dışarıdan baktığımız zaman zekaca baskın görünen insan türüne ev sahipliği yaptığını görürüz. Gezegenin kaynakları sınırlı ve nüfusu sürekli artıyor. İçerisindeki zeki ve baskın tür henüz başka diyarlara göç etme ya da başka türlerle ticaret yapma imkanına kavuşamadığı için kaygan bir zeminde duruyor. Gezegene halel gelmesi halinde evrenin değerli türlerinden birisi olan Homo Sapiens Sapiens kainat tarihinin tozlu sayfalarına gömülebilir.

Dünya’nın baskın sahipleri olan bizler bir gün değişen iklim, küresel ısınma, tükenen kaynaklar, savaşlar ve belki de henüz hiç düşünemediğimiz olumsuzluklar sebebiyle yok olacak olsak nasıl yok olurduk? Temelde yok oluşumuzun kaynağı neye dayanır, ana sebebi ne olurdu? Bizden arta kalan son nüfusun akıbeti neye benzerdi? Kendi gezegeninde kendi tarihini yazan, evrendeki diğer türlere görece değerini hiç bilemeyeceğimiz bu ilginç, histerik, hırslı, karbon temelli, protein yapılı ırk ortadan nasıl kaybolurdu?

Kurgu dünyası ve özellikle de Hollywood, kıyamet senaryolarını çok sever ve bunu çeşitlendirirler. Bu yok oluşlar davetsiz bir kuyruklu yıldız, uzaylı istilası ya da makinaların gerçekleştirdiği bir isyana dayanabilir. Bunlar yok oluşumuzun fantazileridir; ancak bir de gerçekler var:

Dünya, pek çok yönüyle okyanus ortasındaki bir adaya ya da küçük bir adalar grubuna benzer. “Dört” bir yanı uzayla kaplıdır. Devingen ama doğal olarak kapalı bir coğrafyaya, iklime ve kırılgan bir dengeye sahiptir. Yakınlarında kendisine benzeyen başka bir yaşam alanı (gezegen) yoktur. Sınırlı sayıdaki limanından sınırlı sayıda kano ya da sandal kalksa da bunlar kendi sistemine pek bir şey katmaz. Hatta adadan denize açılan sandal, ağzına kadar balık dolu bir şekilde dönse de insana kimse “balık tutmayı” öğretmediği gibi, balık verecek birisi de yoktur.

Peki tarihi bilgilerin ve arkeoloji/antropoloji bilimlerinin bize sağladığı imkanlarla türümüzün sonunun nasıl geleceğine dair bir kestirim yapabilir miyiz?

Bu sorumuza okyanusun ortasında izole bir yaşam süren Pitcairn ve Henderson adalarının ve bunların en iyi komşusu olan Mangareva adasının eski sakinlerinin geriye bıraktıkları yanıt vermeye adaylar.

Tanıştırayım: Pitcairn, Henderson ve Mangareva Adaları

Birleşik Krallık’a ait Pitcairn, Henderson adaları ve bunların epeyce bir batısında yer alan Fransız Polinezya’sına ait Mangareva Adası, Güneydoğu Polinezya olarak adlandırılan bölgede yaşamaya ve sürekli ikamete elverişli tek yerlerdir. Bu adaların Dünya’da yaşam olduğu bilinen diğer yerlere ve anakaraya olan uzaklıkları insanın aklını başından alabilir. Zira Pitcairn adasının en azından dağları, ovaları olan büyük bir adaya, Tahiti’ye uzaklığı 2300 km’den fazla iken en yakın anakaraya uzaklığı 5000 km’den fazladır.

Gerçekten de “uzak”…

Anlatmaya bu adaların hangisinden başlamak gerektiğine karar vermek kolay değil. Kronolojik olarak, adaların yerleşim sırasının önce Batı Polinezya’ya daha yakın olan Mangareva, daha sonra Pitcairn ve en sonunda da Henderson adası olduğu düşünülüyor. Ancak ben bu adalardan bahsederken öncelikle 67 nüfuslu Pitcairn ve 0 nüfuslu (evet sıfır) Henderson adalarından bahsetmek istiyorum, zira Mangareva günümüzde hala 1600’den fazla nüfus barındırır ve Mangareva Adası üzerinde bir havaalanı bulunduracak kadar da işlekken Pitcairn ve Henderson vahşi ve ulaşılmaz hallerini korumaktadırlar.

Pitcairn Adası

2011 nüfus sayımıyla nüfusu sadece 67 olarak tespit edilen, Birleşik Krallık’a bağlı olan, Dünya’nın en küçük ülkesi “Pitcairn Adaları” toplamda dört adadan oluşur. Bu adaların isimleri Pitcairn, Henderson, Ducie ve Oneo Adalarıdır. Ducie ve Oneo Adaları üzerinde nüfus barındıramayacak kadar küçüktürler ve atol adı verilen yapılarıyla üzerinde yaşanılacak toprak barındırmazlar. Bu yüzden bu küçük ülkenin iki ana adadan, 4.6 km2’lik minik bir volkanik ada olan Pitcairn Adası’ndan ve 37.3 km2’lik alanıyla Henderson Adası’ndan oluştuğunu varsayabiliriz. Var olan 67 kişi, tahmin edilenin aksine büyük ve geniş olan Henderson Adası’nda değil küçük bir volkanik ada olan Pitcairn Adası’nda yaşamaktadır [5].

37.3 km2’lik bir alanın ne kadar büyük olduğunu anlatmak için gerçek bir kentle benzetme yapmak çok zor, zira en küçük ilimiz olan Yalova’nın yüzölçümü 850 km2’dir. Ancak bu benzetmede İstanbul’un ilçelerini kullanmak faydalı olabilir: Sözgelimi Küçükçekmece ilçesinin ya da Beylikdüzü ilçesinin yüzölçümleri hemen hemen Henderson Adası’nınki ile aynıdır ve 37 kilometrekaredir. 8,96 km2’lik Beyoğlu ilçesi ise Pitcairn Adası’nın hemen hemen iki katıdır.

Küçükçekmece ilçesinin ya da Beylikdüzü ilçesinin yüzölçümleri hemen hemen Henderson Adası’nınki ile aynıdır ve 37 kilometrekaredir. 8,96 km2’lik Beyoğlu ilçesi ise Pitcairn Adası’nın hemen hemen iki katıdır.

Bugün bile tarifeli deniz ve hava araçlarının ticari olarak işletilmesinin mantıksız bulunacağı kadar uzak ve ıssız olan Pitcairn Adaları’na MS 800-1000 yıllarından itibaren yerleşildiği düşünülüyor. Muhtemelen bu adalara Mangareva’dan geldiler. Mangareva’ya ise daha batıdan, Tahiti ya da Markiz adalarının da yer aldığı Orta ve Batı Polinezya’dan geldiler. Hiçbir teknolojik donanımları bulunmadan, sadece sahip oldukları kanolarla Batı Polinezya’dan yola çıkıp bu adaları bulmak toplamda 2000 yıl almış. Bu adaların öncüllerini belki bir kaç haftalık deniz yolculuğuna karşılık gelen, şans eseri bu adaları bulmak üzere hedefsiz bir yola çıkaran sebeplerin ne olduğunu söylemek zor.

Polinezyalıların ustaca kullandıkları kanolarla okyanusu geçerek yerleşme hikayeleri toplamda 6000 yılı aşıyor.

Pitcairn Adası’nın büyük gemilere sahip modern batılı toplumlarca keşfi 1790 yılında İngiliz Kraliçesi’nin Bounty adlı gemisinden kaçan isyancıların buldukları ilk kara parçasına sığınmasına rastlar. İsyancılar buraya uğradıklarında bir hayalet ada ile karşılaştılar ve adada kimsenin yaşamadığını fark ettiler. İsyancılar bu adada bir zamanlar birilerinin yaşadığını, buldukları tapınak ve alet kalıntılarından anladılar. Görünen o ki buradaki nüfus ya adayı terketmiş, ya da yaşama dirayeti gösterememişti. (Şu talihe bakın ki daha sonra isyancılar da benzer akıbeti paylaştılar ve yok oldular.)

Adanın asıl sahiplerinin yok oluşlarının sebeplerini anlatmadan önce geçmişe dönüp bu adanın bir fotoğrafını çekmekte fayda var. Büyük kısmını Antropolog Marshall Weisler’in [1] gerçekleştirdiği çalışmalara göre Polinezyalılar adaya ilk yerleştiklerinde ada yaşamaya oldukça elverişliydi, çünkü:

Pitcairn Adası volkanin bir dağdan ibarettir.

Pitcairn Adası Güneydoğu Polinezya’nın tek kullanılabilir volkanik camını barındırır. Ayrıca ince damarlı siyah mermer madeni de barındırır ki bu Polinezya’nın en önemli keskin alet kaynağıdır. 30-40 metrelik ağaçların varlığı adalardan avlanmak ya da başka bir adayla ticaret yapmak için gerekli organı, kanoları yapmayı mümkün kılar.

Pitcairn’de az da olsa dereler mevcuttur ve bu sayede hem içilebilir su kaynağına sahiptir, hem de tarıma imkan sağlar. Fakat toplayıcılığın önemli bir kısmını oluşturan deniz canlıları için iç açıcı bir tablodan bahsedilemez: Kıyılarında resif bulunmaması sebebiyle birden derinleşen Pitcairn kıyıları deniz kabukluları ve balık avı için sağladığı imkan açısından çok fakirdir. (Bu kıyılar o kadar kullanışsızdır ki adaya kanoyla gelen bir ziyaretçi için adanın yanaşmaya uygun sadece tek kıyısı vardır.)

Bu yüzden adanın barındıracağı nüfus büyük ölçüde onların yapabilecekleri tarıma bağlıdır. Kıyılardan kabuklu avlanamadığı gibi, Pitcairn adası Henderson adası ya da Mangareva kadar kuş barındırmaz.

Henderson Adası

Pitcairn’in kuzeydoğusunda bulunan ve daha büyük olan Henderson iki yüz yıl kadar önce 1606 yılında Avrupalılarca keşfedildiğinde orada da manzara farksızdır ve adada kimse yaşamaz, ancak daha önce de yaşam barındırmış gibi değildir.

Pitcairn’e göre biraz daha vahşi bir ortamı bulunan Henderson kullanışsız bir görünüme sahiptir, zira Henderson büyük yüzölçümüne rağmen mercanların yüzeye çıkmasıyla oluşmuş, kaynaklar açısından son derece fakir bir adadır.

Henderson adası mercanların yükselmesi ile oluşmuştur. Üzerinde tarıma pek müsade etmediği gibi su kaynakları da mevcut değildir. (Fotoğraf: Richard Cuthbert/RSPB/PA)

Henderson’da alet yapımına uygun bazalt veya kaya yoktur. Adanın gözenekli kireç yapısı yüzünden dere ya da akarsu oluşması imkanlı değildir. Adanın tarih boyunca tek su kaynağının yağışlardan sonra mağara tavanlarından akarak tabanda biriken su birikintileri olduğu düşünülüyor.  Kireç taban arasındaki ceplerde biriken toprağın izin verebildiği en uzun ağaç 15 metre olup bu ağaçlar kano yapımına uygun değildir.

Pitcairn Adası’nın aksine, bu adanın da mercanlarında ve sığ sularında yengeç, istakoz, ahtapot ve bir miktar balık ile kabuklular yaşamaktadır. Güneydoğu Polinezya’nın bilinen tek kaplumbağa yumurtlama kumsalı da Henderson’dadır. Geçmişte Henderson da 17 çeşit kuş yaşamıştır ve diğer şartlar uygun olsa ve su da bulunursa sadece bu kuşlar yüz kişilik bir nüfusu beslemeye yetecek miktardadır; ancak öyle olmamıştır. Zira bu yazıya kaynaklık eden “Çöküş” kitabının yazarı Jared Diamond’a göre tüm bu özellikler adayı bir yerleşim yeri değil, geçerken uğranan bir mesire yeri haline getiriyor[2].

Yine de yüzeyi sert ve vahşi makilerle dolu bu adada elde edilen arkeolojik bulgular iki-üç düzine kadar nüfusun bu adada tüm zorluklara rağmen yaşadığını gösteriyor:  Henderson’da bir nüfusun sürekli olarak ikamet ettiğini gösteren delillerden birisi 275 metre uzunluğunda ve 27 metre genişliğindeki çöplüğüdür. Weisler ve arkadaşları bölgede 14 bin 751 balık kemiği, 42 bin 213 deniz kuşu kemiği ve binlerce de kara kuşu kemiği bulmuştur (Ada sakinleri nesiller boyu çöplerini bu bölgede bıraktıklarından bu artıklar incelenerek besinler hakkında bilgi sahibi olunabilir. Nitekim bu besin artıkları radyo karbon testi sayesinde adadaki her neslin beslenme alışkanlıkları hakkında fikir elde edilmiştir ve adanın besin kaynaklarının nasıl azaldığının bir yol haritası elde edilmiştir. Ayrıca tüm bu atıklardan nüfusu tahmin etmeye yönelik ilave bir yaklaşım da ortaya çıkar.)

Henderson, Polinezya’da insan yaşamış olan adalar arasında üzerinde hiçbir bina olmayan tek adadır. Adada inşaata dair sadece üç iz vardır: Bunlardan birisi temel seviyesinde kalmış bir ev inşaatı, rüzgarlık amaçlı bir duvar ve mezar kemeri olarak kullanılmış birkaç parça taş. Bunun dışında yaşam izlerine sadece mağaralarda rastlanır. Weisler toplamda 18 adet mağara sığınağı bulmuştur.

Mangareva Adası

Pitcairn Adaları grubunda yer almasa da Pitcairn’in 482 kilometre batısındaki Mangareva adası  diğer iki adadan daha farklıdır ve bölgede kilit bir rol oynar.

Fransız Polinezya’sına ait bir ada olan Mangareva günümüzde üzerinde bir havaalanı bulunduracak kadar işlektir.

Her şeyden önce Pitcairn ve Henderson adalarına göre çok büyüktür. Dışı mercan resifleriyle korunaklı 24 kilometre çapında bir körfez, iki sönmüş yanardağ ve toplamda 25 kilometrekareye yayılmış mercan adaları ile oldukça fazla alan sunan bu ada balık ve kabuklu deniz canlıları açısından da oldukça bol zamanlar geçirmiştir.

Bugün siyah incileri borçlu olduğumuz kara dudaklı inci istiridyesi geçmişte bu adada bol miktarda varmış. Bu istiridye besin kaynağı olarak yenebildiği gibi, kalın kabukları sayesinde balık oltası, rende, soyma bıçağı gibi mutfak ve süs eşyalarının yapımına olanak sağlıyormuş. Adanın sönmüş yanardağlarına borçlu olduğu yüksek kesimleri ise bir zamanlar ormanla kaplıymış ve dereler oluşturup onu besleyecek kadar da yağmur alıyormuş. Taro, patates, muz ve ekmek meyvesi tarımına da olanak veren bu topraklar binlerce kişilik bir Mangareva nüfusu yaratmış.

Fakat… Mangareva’da yüksek kaliteli taş ve kayalar bulunmuyor. Alet yapımında istiridye kabuğunun önemi buradan doğduğu gibi Mangareva nüfusunu bir süre sonra Pitcairn ve Henderson adalarına yönelten eksiklik de bu olmalı. Zira daha önce de söylediğimiz gibi, komşu(!) Pitcairn Adası Güneydoğu Polinezya’nın tek kullanılabilir volkanik camını barındırır. Ayrıca ince damarlı siyah mermer madeni de barındırır ki bu Polinezya’nın en önemli keskin alet kaynağıdır.

Pitcairn Adası’nda kano yapımı için uygun ağaçlar bulunması, az da olsa küçük derelerin yer alması ince damarlı siyah mermer için adayı gözüne kestiren Mangarevalıları orada bir tarım kolonisi kurmaya ikna etmiş olmalı. Zira bir koloni kurmadan, sürekli olarak geçici kamplar kurmak, devamlı olarak da gidip gelmek hem riskli, hem de o kadar kolay değil. Adalar arasındaki mesafe açık okyanusta birkaç günlük kano yolculuğuna tekabül eder. O da hedef kesin olarak bilinirse tabi… (Kanodan bahsedip durduğumuzdan anlaşıldığı üzere Polinezyalılar açık okyanusta ustalıkla kano kullanabiliyorlardı. Hatta ada toplumları olarak onların en önemli uzmanlıklarından birisi budur.)

Bu yüzden Pitcairn yerleşiminin kaynağının Mangarevalılar olduğu düşünülmektedir. Bir ticaret ağı da Buralarda kurulan koloniler sayesinde böylelikle ortaya çıkmıştır.

Yaşamın can damarı ticaret

Weisler’in araştırmalarına göre ticaret MS 1000 yıllarında, yani adalara yerleşilme kararı alındıktan hemen sonra başlamış. Ticaretin açık ve kesin kanıtı gelenlerin ilk geldiklerinde yanlarında taşıyabileceklerinden çok daha fazla ve farklı zamanlara ait siyah mermer, volkanik cam ya da kara dudaklı istiridyeden imal edilmiş aletlere rastlanmasıdır.

Keskin alet yapımında kullanılan volkanik cam. (Kaynak: whoi.edu)

Weisler adaların ikisinde ya da üçünde de bulunan malzemelerden inşa edilmiş aletlerin menşeini bulabilmek için yeni bir yöntem geliştirdi. Bu yöntem volkanik lav içerisinde bulunan kurşunun izotoplarının birbirine oranlarının karakteristik olmasına dayanıyor. Zira bu izotopların oranları aletin hangi maden ocağının taşından yapıldığını anlamak adına bir parmak izi niteliği taşıyor. Weisler de bu parmak izlerini doğru okuyarak Henderson’daki tüm volkanik cam parçalarının Pitcairn’deki maden ocağına ait olduğunu ortaya koydu [3]. Mangareva’daki bazı taş aletlerin de Pitcairn’den ithal edildiği de böylelikle ortaya çıktı.

Yine Mangareva’da var olduğu düşünülen domuz hayvanına ait kanıtların daha önce domuz yaşamadığı düşünülen Pitcairn ve Henderson’da da görülmesi yine başka bir ticaret olayına işaret etmektedir. Bu hayvanların kolonileşme sırasında kanolarla getirilmiş olması ve adada yetiştirilmiş olması da mümkün.

Ancak yiyecek değiş tokuşu kadar önemli bir alışveriş daha var ki bu da adalar arasındaki seyahat sıklığını arttıran ana etkenlerden olabilir:

Yüz kişi dolaylarındaki Pitcairn ve iki-üç düzinelik Henderson’daki nüfusta evlenecek çağdaki kadın ve erkeklerin birbirlerine akraba düşme olasılıkları çok yüksektir. Üstelik kadın-erkek sayısı eşitliğinin de kolaylıkla sağlanabildiği söylenemez olsa gerek. Bu gibi etmenlerin adalar arasında kız alma / kız verme olayını tetiklediği düşünülüyor.

“ÇÖKÜŞ”

Bu başlığa özellikle “Çöküş” adını verdim, zira bu yazı için büyük ölçüde faydalandığım kitabın da ismi bu. Kendisi, kitabının bu adalar hakkındaki final bölümüne “Filmin Sonu” demiş [4].

Radyokarbon tarihlemelerine göre Güneydoğu Polinezya’daki ticaret ağı MS 1000 yıllarından MS 1450 yıllarına kadar devam etti. Ancak MS 1500’de tüm Güneydoğu Polinezya’da aniden sona erdi.

Bize “Ev alma komşu al” lafını hatırlatacak cinsten gelişen bu olay komşunun ekonomik durumunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Zira Güneydoğu Polinezya’da hayatın durması Mangareva’da işlerin bozulmasından kaynaklanıyor. Mangareva’da birkaç yüzyıl boyunca sorunsuz ilerleyen yaşam bozulmaya başladığında bundan Pitcairn ve Henderson da nasibini aldı.

Burada her bir adadaki medeniyetin çöküşünü ayrı ayrı ele almak gerekiyor.

Bir kano Polinezyalılar’ın yaşam destek ünitesidir. Onunla seyahat eder ve avlanırlar. Bu yüzden adalarında kano yapımına uygun ağaç bulunması çok önemlidir. Resimde Yeni Zelanda’lılara ait bir kano görünüyor. (Kaynak: ancient-tides.blogspot.com)

Mangareva’daki çöküşün başlıca sebeplerinden birisinin orman tahribatı olduğu düşünülüyor. Yüksek rakım, azalan yağmur, tarım alanı açabilmek ya da kano yapabilmek için ağaçların sürekli olarak kesilmesi ve yerlerine yeni ormanlar yeşermesi için yeteri kadar beklememek… Bu sebepler bir adadaki dengeyi bozmak için yetiyor. Zira ağaçların tükenmesi sadece “ağaçların tükenmesi” anlamına gelmiyor. Mangareva da ağaçlar tükendikçe yağmur daha yüksek rakımlara çıktı, ormanlar ağaçsız büyük ovalara döndü, ağaçların azalması sebebiyle kuşların sayısı giderek azaldı ve hatta bazısının soyu tükendi. Bir taraftan kuşların sayısı azalırken diğer taraftan kano yapacak ağacın kalmaması balıkçılığa da balta vurdu. Ayrıca kanonun yokluğu ticarete de ket vuruyordu. Avrupalılar 1797’de bu adayı keşfettiğinde insanların artık kanoları yoktu ve sallarla idare etmeye çalışıyorlardı. Sallar kanolar kadar efektif değillerdi.

Ağaçların yok oluşu ile ortaya çıkan zincirleme problem devamında sosyal problemleri de getirdi: Ağaçların ve besin kaynaklarının azalması bir paylaşım sorunu açığa çıkardı. Diamond’un kitabında yazdığına göre Mangareva’da hala yaşayan nüfus iç savaşın görünen ya da anlatılan detaylarını hala hatırlıyorlar: Bu detayın en dikkat çekici noktası, adadaki protenin kaynaklarının tükenmesi sonucunda yamyamlığın ortaya çıkmasıdır. Bir süre sonra hem arazi için birbiriyle savaşan, ama bu savaş sonunda rakiplerini mideye indiren gruplar ortaya çıktı. Kıtlık bir süre sonra o kadar ilerledi ki sadece savaşan ve savaşta ölen yeni taze ölüler değil, mezarlardaki cesetler de çıkarılıp yenmeye başladı.

Sosyal problemler hemen ardından siyasi değişimi de getiriyor elbet: Besin azlığı siyasi sistemi de değiştirmiş ve birkaç yüz yıl çalışan, nesilden nesile aktarılan kabile reisliğini yerine savaşçı liderliğine dayalı bir despotizme bırakmış. Diamond 8 kilometrelik ada için yapılan saçma savaşları oldukça tirajikomik buluyor.

Mangarevalıların bu durumda ticarete önem verdiklerini söylemek çok zor. Kaldı ki az kalan verimli topraklarını bırakarak uzun yolculuklara çıkmaları da mümkün değil. Mangareva’da işler bozulunca öncelikle Henderson sakinleri büyük sıkıntıya düştü. Bir kireçtaşı kayalığından oluşan bu adada ithal mallar olmadan ne yapılabilirdi? Özellikle Mangareva’dan gelen aletler ya da alet yapımında kullanılabilecek hammadde Hendersonlular için çok önemliydi. Bu kaynak tamamıyla kesilmiş oldu.

Zavallı Hendersonlular, komşuda işlerin bozulmasından sonra keser yapabilmek için taş yerine dev deniz tarakları, delik açmak için kuş kemikleri, fırın taşı için kireç taşı, mercan ya da dev istiridyeler kullanmaya çalışmışlar. Bu malzemeler oldukça kullanışsız ve kırılgan olduğundan da verim alamadan, sık sık değiştirmek zorunda kalmışlar.

Kara dudaklı inci istiridyesi hem besin kaynağı, hem de alet yapımında kullanılan kabukları ile Polinezya halkı için önemlidir.

Aletsizlik besin eldesini de zorlaştırmış. Mesela olta yapımında kullanılan kara dudaklı inci istiridyesi üzerine birkaç tane çengel takılabilirken, daha küçük olan Henderson kabukluları tek çengele izin veriyor, bu da balık avını da zorlaştırıyoruş. Henderson’un bir düzinelik nüfusunun ticaret bittikten sonra bu şartlarda ancak bir yüz yıl daha dayanabildiği düşünülüyor çünkü her yerde olduğu gibi Henderson’da iç tahribat ilerlemiş: Dokuz kara kuşundan beşinin ve altı deniz kuşunun soyu tükenmiş ve besin kaynakları azalmış. Henderson’un Avrupalılarca keşfedildiği 1606 yılında artık kimse yaşamıyormuş.

Yine de kendi kendine yetebilecek olan Pitcairn’e gelirsek… Küçük bir toprakta Henderson’a görece daha yoğun nüfus barındıran Pitcairn de komşuda bozulan işlerden nasibini almış fakat Weisler’in Pitcairn’in sunduğu kısıtlı bulgulardan çıkardığına göre Pitcairn’de de çöküşün sebebi toprak erozyonu ve orman tahribatı. Bu tahribat yüzünden Pitcairn sakinlerinin bozulan ticaret durumunu dengelemesi mümkün olmamış. Bugün Pitcairn’de yaşayanlar eski Polinezyalılar değil, daha sonraki koloniler.

Ya bizim sonumuz?

Bu adalarda yaşayan son aile ya da insanı düşündünüz mü? Muhtemelen son aile çocuklarına “bir zamanlar buralarda gürül gürül dereler çağlar, binbir çeşit kuş oradan oraya uçarmış” diye anlatıyordu… Tabi galip çıktıkları bir savaştan arta kalan mızrak yarasıyla değil de, tabiri caizse ecelleri ile öldülerse.

Tarihlere baktığımız zaman adalarda meydana gelen değişimlerin bir nesil tarafından gözle görülür biçimde gerçekleştiğini varsayabiliriz. Güzel çocukluk anılarının etkisiyle yaşlandıkça nasıl “korkunç bir dünya” ile yer değiştiklerine şahit olmaları ihtimal dahilindedir.

Bugün yadırgadığımız yamyamlığın hangi koşullar sonrasında ortaya çıktığını görünce bir an için ürpermiş olabilirsiniz, ama görüldüğü üzere ekosistemin bozulması, paralel olarak sosyal değerleri ve siyasal sistemi de değiştirebiliyor.

Gezegenimizdeki kıtaları tıpkı Pitcairn Adaları ve Mangareva Adası gibi düşünürsek ne kadar birbirlerine bağlı olduklarını ve dengelerin ne kadar kırılgan olduğu konusunda bir fikir sahibi olabiliriz. Dünya’nın başka bir ucunda meydana gelen çevre tahribatının ya da bozulan ekosistemin bizlerle ilgisiz olduğuna dair bir sanrıya kapılmamamız gerekir. Ticari ilişkilerin birbirine girdiği küreselleşmiş Dünya’da bu durum sadece çevre konusunda değil, ekonomi konusunda da son derece geçerlidir. Avrupa Birliği’nin Yunanistan’ı kurtarmak için çabalamasının nedeni kısmen bu “ada komşu ilişkileri”dir [6].

Kısacası, yok olan türler, zarar gören çevre, erozyon, küresel, kıtasal ya da bölgesel felaketler… Henüz Dünya’dan başka gidecek hiçbir yerimiz olmadığından bu tip olumsuzluklar bizleri çok farklı bir hale dönüştürebilir. Kanımca, gün gelip de yamyamlık yapmayacağımızın bile garantisi yok.

O yüzden… İyisi mi gezegenimize iyi bakalım…

Notlar ve Kaynaklar

[1] Marshall Weisler’in çalıştığı kurumdaki sayfası: http://socialscience.uq.edu.au/marshall-weisler
[2] Diamond, Jared (1997), Paradises Lost, Discover Magazine. Kasım 1997 sayısından.
[3] Weisler, M.I. and J.D. Woodhead (1995) Basalt Pb isotope analysis and the prehistoric settlement of Polynesia, Proceedings of the National Academy of Sciences, U. S. A. 92:1881-1885.
[4] Diamond, Jared, “Çöküş”, Timaş Yayınları, 2006 / Çeviren: Elif Kıral. http://www.kitapyurdu.com/yazar/default.asp?id=5793
[5] Wikipedia. “Pitcairn Islands”, “Henderson Island” ve “Mangareva Island” makaleleri.
[6] Y.N: Kendisinden Uluslararası İşletmecilik dersi aldığım Yrd. Doç. Dr. Kadri Mirze, 80’lerde bozulan Türkiye ekonomisinin pek çok Alman işadamının intiharına yol açtığından bahsetmişti. Kendisinin anlattıklarına göre ihraç etmiş olduğu ürün ve hizmetlerin parasını alamayan Alman işadamları Türkiye’nin kaderini paylaşmıştı.

 

yorum

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Güzel bir yazı.
    Benzer bir konu hatta haritadan görebildiğim kadarıyla bu adalarla aynı coğrafyada bulunan paskalya adasında da geçiyor. “İlerlemenin Kısa Tarihi” isimli kitapta da kısaca bahsediliyor. Bakmanızı öneririm.

  • Bu konuda onerebilecegim bir kitap da John Michael Greer’in The Long Descent: A User’s Guide to the End of the Industrial Age adli eseri. Cokus oldugunda filmlerdeki gibi birden hizli degil de yavas yavas olacagini savunuyor. Bence argumanlari bayagi guzel.

Tevfik Uyar

Uçak Mühendisi ve Sosyologtur. Yüksek Lisans ve doktora çalışmalarını yönetim psikolojisi üzerine gerçekleştiren Uyar, biri popüler bilim, diğerleri bilimkurgu türünde üç adet kitap kaleme almış, üç adet kitabın çevirisini yapmıştır.