“Sonunda, resimleri artık doğru düzgün yapmak bir kenara, onları iyice bozduğumu fark ettim. Birkaç tablomu bu nedenle imha ettim.  Artık neredeyse körüm, ve bundan böyle resim yapmayı bırakmam gerekiyor. Bunu kabullenmem çok zor, ressamlık kariyerim bitiyor, ve sağlığım gözlerim harici neredeyse mükemmel!”

Yukarıdaki satırlar, empresyonist resim akımının öncüsü olan, hatta bu akıma Impression, Sunrise isimli tabloyla adını veren ünlü ressam Claude Monet‘e ait. Monet, bu satırları ölümünden 4 yıl önce, 1922 yılında, yakın dostu Marc Elder’a gönderdiği bir mektuba yazmıştı.

Monet’in görme ile ilgili sıkıntıları 1905 yılında, 65 yaşındayken başlamıştı. Renkleri kendine özgü bir şekilde kullanarak manzaradaki dokuyu keskin fırça darbeleriyle resmetmesiyle ünlü olan Monet, artık renkleri eski yoğunluğunda göremez olmuştu. Resimlerindeki mavi, beyaz ve yeşil renkler zamanla daha bulanık sarı ve mor tonlara doğru kaymaya başlamıştı. 1915 yılında, resimleri iyice bulanıklaşmaya ve donuklaşmaya başlayan Monet, parlak kırmızıları, donuk ve soluk pembeler olarak görmekten ve tüm görüşüne hakim olan sarı tonlardan şikayet ediyordu.

Katarakt (Kaynak: Wikipedia)

Monet’in bu şikayetlerinin nedeni, ileri yaşlarda oldukça sıklıkla gözlenen katarakt rahatsızlığına bağlıydı.

Katarakt, göz küresi içinde bulunan göz merceğinin kendisinin veya merceği saran zarın şeffaflığını kaybederek ışık geçirgenliğinin bozulmasına verilen isim. Çoğunlukla ileri yaşa bağlı olarak göz merceğinin yapısının bozulması sonucu ortaya çıksa da, nadiren çocuk ve bebeklerde de görülebiliyor. Opak hale gelen göz merceği, gözün içine giren ışığı engellediği için, zaman içinde hastanın görmesinin bozulmasına neden oluyor. İlk belirtisi renklerin matlaşması ve bulanık görme olan katarakt, tedavi edilmediğinde körlüğe bile neden olabiliyor.

 

Katarakt, göz merceğinin şeffaflığını kaybederek opaklaşması sonucunda ortaya çıkan bir hastalık.    (Kaynak: Yeditepe Üniversitesi web sitesi)

Merceğin saydamlığının bozularak, opak hale gelmesine neden olan pek çok faktör var. Bunların en başında uzun süreli ultraviyole ( morötesi – UV) ışınlara maruz kalmak geliyor. Hepimizin maruz kaldığı UV ışınların ana kaynağı ise Güneş, bu nedenle de kataraktlar güneş altında geçirdiğimiz süreyle paralel olarak,  ileri yaşla birlikte daha sık görülmeye başlıyorlar. UV ışınları haricinde şeker hastalığı, hipertansiyon, travma, yaşlılığa bağlı olarak lens yapısındaki bozulmalar da katarakt oluşumuna katkıda bulunabiliyor. Pilot ve astronotlar, atmosferin üst tabakalarında bizlere göre daha fazla UV ışınlarına ve  iyonize radyasyona maruz kalıyorlar, Apollo uzay projesinde görev alan 39 astronotun, 36 tanesine uzaydaki görevlerini takiben erken dönem katarakt tanısı konmuş.  Demir çelik işçileri, cam işçileri gibi yüksek ısıya maruz kalan kişilerde de normaldan daha fazla oranda katarakt görülüyor.

Katarakt, günümüzde tedavisi oldukça kolay bir hastalık. İlerlemiş cerrahi tekniklerle, gözün ön kamarasına girilerek artık görevini tam anlamıyla yerine getiremeyen opaklaşmış lens bütün olarak veya parça parça çıkarılıyor.  Çıkarılan eski lensin yerine, şeffaf yapay bir lens takılıyor.  Ortlama süresi 30 dakika gibi kısa ve başarı oranı %90’ın üzerinde olan bu girişim sayesinde hasta, ameliyatı takiben çok kısa bir sürede hastalalığından önceki net ve berrak görüşüne kavuşuyor.

Göz lensinin yaşa bağlı dejenerasyonu. Yukarıdaki lensler 79, alttakiler ise 39 yaşındaki bir hastadan alınmış. Daha yaşlı hastadana alınan lenslerin şeffaflıklarını kaybederek sarımtırak bir görüntü aldığını görebilirsiniz. (Kaynak: St. Louis Üniversitesi, Biyoloji Bölümü, William Stark Lab )

Modern katarakt ameliyatının geliştirildiği 1940’lara dek, tarih boyunca pek çok hekimin sayısız kişinin kör olmasına neden olan bu hastalığı tedavi etmeye çalışığını biliyoruz. Göz anatomisini anlamaya başlayan ve kataraktın matlaşan lense bağlı olduğunu fark eden hekimler, eski çağlarda katarakt hastalarını gözlerindeki işlevini yitiren lensi çıkartarak tedavi etmeye çalışıyorlardı. Katarakt ameliyatına ilişkin ilk kayıtlara M.Ö. 700 yıllarında, Hindistan’da rastlıyoruz. Hindistan’dan Çin’e oradan da Orta Doğu’ya geçen bu yöntemde, sivri bir iğne ile hastanın gözüne bir delik açılarak veya içi boş bir çubuk ile göze vakum uygulamak suretiyle  kataraktlı lens gözden çıkarılıyordu. Bu işlem sonucunda hastanın kataraktlı lensi çıkarılmış olsa bile, uygulanan yöntemin travmatikliği nedeniyle hastalar genelde tedaviye rağmen kör oluyorlardı.

1700’lerde katarakt ameliyatı Avrupa’da da uygulanmaya başlamıştı. İlerleyen yıllarda, gözlerindeki lens çıkarılan hastaların görmelerini bir nebze olsun düzeltmek için, çıkarılan lensin işlevini üstlenecek kalın mercekli gözlükler reçete ediliyordu. 1940 yılında, çıkarılan kataraktlı lensin yerine konacak suni lensin imal edilmesi sonucunda, katarakt hastaları da ameliyat sonrası katlanmak zorunda kaldıkları bulanık görüntü ve ağır gözlüklerden kurtudular, hastalanmadan önceki keskinlikteki görüşlerine kavuştular.

Ne yazık ki, büyük ressam Monet, bu gelişmelerden önce yaşamıştı. Katarakt tanısı aldıktan sonra, bozulan görüşüne rağmen resim yapmayı sürdürdü. Monet’in resimlerine bakarsanız, hastalığının farklı dönemlerinde, kataraktlarının olgunlaşma süreciyle paralel olarak resimlerdeki tema renklerinin yavaş yavaş değiştiğini, resimlerindeki detayının zamanla azalarak fırça darbelerinin daha kaba hale geldiğini görebilirsiniz. Bu durum, ressamın 1800’lerin sonu ile 1926’ya kadar yaptığı 250 kadar tablodan oluşan Nilüferler serisinde oldukça belirgin bir şekilde gözlenebiliyor.

Kataraktları ilerledikçe, Monet göz doktorundan göz doktoruna dolaştı. Fransız bir göz doktoru olan Charles Coutela, sol gözü için gözbebeğini büyüterek göreceli olarak biraz daha iyi görmesini sağlayan bir göz damlası önerdi. Monet, başlangıçta sonuçtan çok memnun olsa da damlanın etkisi zamanla azaldı ve sonunda 1923 yılında, 82 yaşındayken sağ gözünden katarakt ameliyatı oldu. Çağdaşı empresyonist ressam Marry Cassat‘ın katarakt ameliyatından sonra neredeyse tüm görme yetisini kaybettiğini gören Monet, iki gözünden de ameliyat olmayı reddetmiş, ve sadece tek gözünden ameliyat olmuştu.

Ameliyat sonrası, Monet’in sol gözü hala kataraktın etkisiyle mavi ve mor tonlarını pek göremezken, sağ gözü birden bire mavi tonlarına, hatta mavinin de daha ötesine kavuştu.

İnsan retinasındaki renk algılayıcı koni hücreleri, ve hassas oldukları ışık dalga boyları. S hücrelerinin kısmen morötesi (UV) spektruma kaydığına dikkat edin. ( Kaynak: galileospendulum.org)

Sağlıklı bir gözde lens ve  renkleri algılamamızı sağlayan retinamızdaki koni hücreleri, görünür ışık dediğimiz, algılayabildiğimiz ışık spektrumunu belirler. Gözümüzle algılayabildiğimiz renkler, tüm ışık tayfının oldukça küçük bir kısmını içerir. Gözlerimiz, 400 nanometre (0,0000004 metre) dalga boyundaki mor ışıkla, 700 nanometre (0,0000007 metre) dalga boyundaki kırmızı ışık arasındaki renkleri algılayabilir. İnsan gözünde, renkleri algılamamızı sağlayan üç değişik tür koni hücresi vardır: L hücresi denen ve kırmızı tonlarını içeren uzun dalga boyundaki ışığı algılayabilen hücreler, yeşil tonlarının hakim olduğu orta boylu dalgaları algılayabilen M hücreleri, ve kısa dalga boyuna sahip mavi-mor tonlarını algılayabilen S hücreleri. Bu üç tip hücreden algılanan sinyaller, beyinde bir araya getirilir ve böylece görünür ışıktaki tüm renk tonlarını görebiliriz.

Yandaki şekilde de görüldüğü üzere, aslında S hücrelerinin algıladığı ışık boyu, kısmen mor ötesi ışık spektrumuna da uzanmakta. Ancak, sağlıklı bir insan gözündeki S hücreleri morötesi ışığın bir kısmını algılayabiliyor olsa da morötesini göremez. Zira, göz lensimizdeki kristal yapı morötesi ışıklar daha gözümüzün içine girmeden onları filtre eder. Böylece göz içindeki hücrelerimiz kısmen UV ışığa hassas olmasına rağmen, etrafa baktığımızda arılar veya diğer UV dalga boyunu gören canlılar gibi bir görüntü göremeyiz.

Geçirdiği katarakt ameliyatı sonunda, Monet’in sağ gözündeki opaklaşmış lens çıkarılmıştı. Böylece, lensin UV süzme etkisi ortadan kalınca, gözündeki S hücreleri az miktarda da olsa normal insanların göremediği UV ışınları algılamaya başladı.

Bir gözü kataraktlı ve mor-mavi tonlarına neredeyse kör olan, ancak ameliyat olan diğer gözüyle morları, mavileri hatta mor ötesi tonları bile görmeye başlayan Monet, sağ ve sol gözüne ait renk algılarındaki derin fark nedeniyle, bir daha aynı anda iki gözünü kullanamadı. Ama tek gözünü kullanarak resim yapmaya devam etti. Çiçekler hala en sevdiği objelerdi, ancak artık onları daha farklı görüyordu. Pek çok kimse, nilüferlere baktığında onları beyaz renkte görür. Ancak Monet, katarakt ameliyatından sonra sağ gözüyle baktığı nilüferleri mavi-beyaz görmeye başlamıştı, ve bu çiçekleri tuvaline gördüğü tonlarda yansıttı.

Monet’in “Gül Bahçesinden Görünen Ev” tabloları. Gördüğünüz iki tablo, aynı manzaranın Monet’in iki farklı gözüyle yaptığı resimler. Soldaki resim, kataraktlı olan sol gözünü kullanarak, sağdaki resim ise katarakt ameliyatı olan sağ gözünü kullanarak yapılmış. Sağdaki resimde, Monet’in UV ışıkları görebilmesinin sonucu ortaya çıkan baskın mavi-mor tonlar dikkat çekiyor. (Kaynak: Wikipedia)

 

Yaşı daha da ilerleyen  ve sol gözündeki katarakt iyice ilerleyen Monet, artık resim yaparken iyice zorlanmaya başlamıştı. Renkleri ayırdedebilmek için boyalarını tuvaline dikkatle sıralıyor, lensi alınmış gözünü fazla gelen güneş ışığından korumak için resim yaparken geniş kenarlı panama şapkaları takıyordu. 1926 yazında, artık resim yapmaya devam edemeyeceğine karar veren Monet, üvey kızı Blanche’nin yardımıyla, stüdyosundaki beğenmediği 60 kadar tabloyu imha etti ve resim yapmayı tamamen bıraktı.

Monet, tablolarını imha ettikten birkaç ay sonra, 5 Aralık 1926 tarihinde, 86 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. Vasiyetinde, cenazesinde hiç bir çiçek olmasını istemediğini belirtmişti:

“Beni, buranın yerlilerini gömdüğünüz gibi, basit bir törenle gömün. Tabutumun arkasından sadece akrabalarım yürüsün. Unutmayın, cenazemde ne çiçekler ne çelenkler olsun istiyorum. Böyle bir gün için, bahçemdeki bu güzel çiçeklerin koparılıp öldürülmesi günahların en büyüğü olacaktır.”

Meraklısına notlar:
Potentilla anserina çiçeğinin görünür ışık ve UV ışık fotoğrafları. UV dalga boylarını görebilen arılar bu çiçeği sağdaki gibi görüyorlar. (Kaynak: Bjorn Roslett)
  •  İnsanların pek çoğunda S hücreleri kısmen de olsa UV ışık dalga boylarına duyarlı, ancak bu hücrelerin UV ışın spektrumunun ne kadarını algıladıkları kişiden kişiye göre değişebiliyor. Artık katarakt ameliyatlarında, çıkarılan göz lensi yerine suni lens takılsa da, bazı kimseler takılan lensin de cinsine bağlı olarak zaman zaman UV spektrumu görebildiklerini ifade ediyorlar.
  • Arılar, UV spektrumunu çok iyi görebilmelerine rağmen, kırmızı tonlarını çok iyi göremiyorlar. Ancak UV’ye hassas gözleri, onların çiçekleri bizden çok daha farklı görmelerini sağlıyor.
  • İnsanlar normalde UV dalga boylarını göremezken, kimi böcekler, kuşlar, kaplumbağalar, kertenkeleler ve pek çok balık görebiliyor. Memelilerin çoğundaki göz lensi, insanlarda olduğu gibi UV dalga boylarının görülmesini engelliyor. Ancak bazı kemirgenler, geyikler ve ren geyikleri memeli olmalarına rağmen UV dalga boylarını görebilen canlılardan.
  • Katarakt oluşumunun en önemli nedeni güneşten gelen UV ışınları. Bu nedenle katarakt olmaktan korunmak için en başta gelen şey gözleri güneş ışınından korumak. Her ne kadar artık tedavisi olsa da, katarakttan korunmak için UV filtreli bir güneş gözlüğünü sürekli kullanmanız öneriliyor. UV filtresi olmayan güneş gözlüklerinin ise yarardan çok zararı var. Zira, gözlerinize karanlık hissi vererek göz bebeğinizin genişlemesine ve gözünüzün içine daha fazla UV ışını girmesine neden oluyorlar. Kısaca ya iyi bir güneş gözlüğü kullanın, ya da hiç kullanmayın.

 

Kaynaklar:
  1. Wikipedia
  2. Color Uncovered, San Francisco Exploratorium, iPad uygulaması
  3. Monet’s Ultraviolet Eye, Carl Zimmer.
  4. Claude Monet and the Subjectivity of Color, Galileo’s Pendulum.
  5. Claude Monet and Cataract, Calgary Universtesi, Psikoloji Bölümü Web Sitesi
  6. Monet Biyografisi, Monet Art Prints Web sitesi

 

yorum

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Yazı çok hoşuma gitti. Elinize sağlık. Küçük bir yorum: Bence Monet, sağdaki “gül bahçesinde görünen ev” tablosunu çizerken ameliyatlı gözüyle manzaraya bakarken ameliyatsız gözüyle boyalarına bakıyordu. Boyalarına ve manzaraya aynı gözle bakıyor olsaydı tabloların renkleri birbirine benzerdi. Ameliyatlı gözün çiçeklerin rengini algılarken neden olduğu hata, boyaların rengini algılarken de tekrarlanmalı. Dolayısıyla ameliyatsız gözle çiçeğe bakarken görünen rengin denk geldiği boya ameliyatlı gözle çiçeğe bakarken görünen rengin denk geldiği boyayla aynı olmalı. Doğru muyum, yoksa mantık hatası mı var bir yerlerde?

    • Merhaba, yazıyı beğendiğinize sevindim. Aslında söylediğiniz mantıklı,manzaraya ve tuvale farklı gözlerle bakıyor olabilir.

      Ancak bir açıklaması daha var, zira Monet rahatsızlığının farkında olduğu için tuvalindeki boyaları onların görünen renklerine bakarak kullanmıyordu. Bir sonraki paragrafta kısmen belirttim, ama çok açıklayıcı olmamış olabilir.Renkler konusunda yaşadığı sorundan haberdardı, bu nedenle boyların üzerine renklerini yazıyor ve tuvaline de renklerine göre diziyordu. Bu nedenle gözüne kırmızı görünen bir çiçek görünce, üzerinde kırmızı yazan boya tüpünü kullanıyor, ya da tuvalinde kırmızı boyanın bulunduğu yerden aldığı boyayla resmini yapıyordu.

      Katarakt ameliyatı olmadan önce iki gözünde de sorun olduğu için kendine böyle bir çözüm bulmuştu. Elbette ameliyat olduktan sonra düzelen gözü ile boya renklerine de bakmış olabilir, mümkündür.

    • Mor veya kızılötesini farklı görüyorsa göz boyalarıda zaten farklı görecektir ancak boyadığı anda bi manzaraya bi tuvaline baktığında gördüğü gibiye getirmiştir adam renk körü değil mor ötesini fazla görüyor ameliyatlı gözü ile renkleri fazla görüyor. Anlamak için android telefonlarda UV kamera programı yükleyip orada bakın taşlar yerine oturacaktır. Hem manzaraya hem boyalara. :)

Işıl Arıcan

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun olduktan sonra ABD'de Sağlık Yönetimi üzerine yüksek lisans ve ardından gene ABD'de tıbbi bilişim ve proje yönetimi üzerine danışmanlık yaptı. Halen Stanford Üniversitesi Çocuk Hastanesi'nde Bilgi İşlem Direktörü olarak çalışıyor. Çeşitli bilim dışı iddiaları ve hurafeleri inceleyen Yalansavar isimli blogun kurucusu ve yazarıdır.