Siberpunk geleceğin karanlığını gözler önüne sererek sizi rahatsız edebilir ancak genelde rahatsız eden karanlık değil, onun gerçek olma ihtimalidir. Kadınların hayatta kalmasının tek yolu ise erkekleşebilmesidir.
Teknolojinin bugün hayatlarımıza olan katkıları yadsınamaz bir gerçek. Evden alışveriş yapmanın keyfini yaşamayan yoktur. Ellerimize aldığımız yetenekli, işlevsel ve giderek ucuzlaşan aletlere olan bağımlılığımız günden güne artsa da, bundan kaynaklanan memnuniyetimiz de tatminsiz biçimde artıyor. Herkes pul kolleksiyonu yapmıyor belki ama hepimiz farkında olmadan teknoloji kolleksiyonu yapıyoruz. Bu da onu hobi ve ilgi alanı olmaktan çıkarıp yaşamsal ihtiyaca dönüştürüyor.
Sanayi devrimi ortaya ilk çıktığında kimse bu sürecin -bugün hala ölümcül olmadığı için insanoğlu olarak ciddi bir şekilde dikkate almadığımız- yıkıcı etkileri olabileceğini düşünmemişti. “Ürün devri” kim ne üretirse üretsin satıldığı, henüz insan hakları olgunlaşmadığından üretim uğruna hakların yendiği, tüketici hakları gelişmediğinden insanların sürekli olarak kandırıldığı o devrin bugün tükenebilir enerji kaynaklarının tükenmesine, küresel ısınmanın gezegeni tehdit etmesine, bir çok hayvan ve bitki türünün yok olmasına sebep olacağını düşünmemişti.
Benzer şekilde bugünkü teknolojik gelişimler –yani, kökleri daha eskiye dayanan makina, bilgisayar ve iletişim teknolojisi- gelecekte ne gibi yıkımlara sebep olacağının sinyallerini tam anlamıyla vermiş değil. Bir çok insan bir gün cep telefonu ve benzer teknolojilerin yarattığı radyo dalgalarının kanser gibi hastalıkların sebebi olacağını düşünüyor. Ya da genetiği değiştirilmiş organizmaların sağlıksal bazı tehditler yarattığını da biliyor. Ancak organize bir karşı çıkışın varlığından da bahsedilemiyor. Bunun muhtemel sebebi de “yaşamsal ihtiyaç” kelimesinde gizli.
İşte siberpunk, teknolojiye olan bağımlılığı saf bir şekilde yansıtmanın yanı sıra içinde bir karşı çıkışı da barındıran, insanlığa geleceğini göstermeyi amaçlamasa da tanım gereği görev edinmiş bir bilimkurgu akımı. Sosyal içeriği ise “Yüksek teknoloji ve düşük yaşam kalitesi”.
Siberpunk sahneye “edebiyat” sahasında çıksa da zamanla müzik, resim, sinema, anime gibi diğer güzel ve görsel sanatlara sıçradı ve bu alanlarda da temsilciler edindi. Ancak siberpunk’un bilimkurgunun çok özel bir alt dalı olduğunu iyi anlamak gerekiyor; zira bir çok bilimkurgu eseri ilk etapta siberpunkmış gibi görünebilir.
Her “gelecek” siberpunk değildir.
Bir siberpunk eserini diğer bilimkurgu eserlerinden ayırmanın bir kaç yolu var:
Siberpunk, galaksiler arası yolculukların yapıldığı, insanın dünyadan başka yaşam alanları bulduğu ya da aradığı zamanı işlemez. İnsanoğlu kısmen uzaydan faydalansa da hala dünyaya sıkışıp kalmıştır. Hatta siberpunk’a kanını ve canını veren William Gibson romanlarında insanlar Siberuzay’da özgürleşirler.
Siberpunk’ta insanoğlu Star Trek’te olduğu gibi teknolojinin sadece nimetlerinden faydalanmazlar; aynı zamanda yoğun bir külfeti de sırtlarında taşırlar. Uzay Yolu’nda sağlık sorunu neredeyse kalmamıştır. Teknolojik küçük cihazlar muayene eder, bir kapsülün içinde her şeyiniz yenilenebilir. Siberpunk’da tıp ancak size yapay organlar tesis etmek için ilerlemiştir. Bunların da çoğu karaborsaya düşmüştür.
Siberpunk’ta sosyal düzen kurulu ve sistematik bir şekilde işliyor değildir. Güçlü devletler yoktur. Genelde güçlü şirketler vardır, güçlü mafya vardır, güçlü silah tacirleri vardır. Devletler teknolojinin sınırsızlığı içerisinde sınırlarını ve erklerini yitirmiş gibidirler.
Kısacası siberpunk dünyasında insanoğlu mutsuzdur, yaşam kalitesi düşüktür ya da tutsaktır. Sosyal düzen bozulmuştur ve ya bir kaos vardır ya da toplumlar kaosun eşiğindedir. Zengin ve yoksul arasında ciddi bir ayrışma vardır. Ya da Matrix üçlemesinde veya Terminator serisinde olduğu gibi herkes yoksuldur ve insanoğlu doğrudan teknolojinin kendisiyle savaşıyordur.
Yapayzeka, Siberuzay ve bugünün diğer aynaları
1950’lerin bilimkurgu öyküleri genelde teknolojiyi baştacı etti. Teknolojinin ilerleyişinin insanlara sonsuz mutluluk getireceği teması üzerine kurulması sonucunda teknolojiye bir karşıçıkışın programlanması sözkonusu değildi. 1960’lara gelindiğinde ABD’de bir yeni akım ortaya çıktı. Bu akım bilimkurgu ile antropoloji, din, cinsiyet gibi kavramları daha fazla harmanlayarak bilimkurguya bir gelecek rüyası olmaktan öte sosyal ve kavramsal bir kimlik kazandırdı. Ancak hala geleceği iyimser bulma takıntısı devam ediyordu. Yeni akımın başarısızlığı siberpunk öğeleri ortaya çıkarmaya başladı.
Sinema kültlerinden olan Blade Runner’ın (Bıçak Sırtı) uyarlandığı roman olan, Philip K.Dick’e ait “Android’ler Elektrikli Koyun Düşler mi?” romanının tohumlarını attığı siberpunk, William Gibson’a ait olan ve 1984 yılında yayınlanarak bilimkurgunun en önemli üç ödülünü de kapan “Neuromancer” (Türkiye’de “Matriks Avcısı” olarak Altın Kitap’lar tarafından yayınlanmıştır) ile sınırlarını keskinleştirdi. Bu kitabı sayesinde William Gibson Siberpunk’un babası olarak anıldı.
Hugo, Nebula ve Philip K. Dick ödüllerinin üçünün de sahibi olan bu roman, bugün internetin yansımalarını ve hatta Second Life, Imvu gibi sanal sosyal ortamların tasavvurlarını o tarihten gerçekleştirmiştir. Bilgisayar korsanlarını siberuzay olarak anlandırdığı internetin merkezine koymuş, bazı politik ve ticari ilişkileri bu korsanların ya da karaborsa iş yapan diğer kişilerin arasında döndürmüştür.
William Gibson’un siberpunk eserlerine bakıldığı zaman, o dönemde dünyaya teknoloji öncülüğü yapan Japonya’nın olayların ve hatta ticari/politik ilişkilerin merkezi olduğu görülür, ki bu da William Gibson’un eserlerini ürettiği dönem için beklenen bir tarz. Zira daha sonraki siberpunk eserlerinin bir kısmı japon geleneğinden çok ayrılmayacaktır.
Yapayzeka siberpunk akımında ayrı bir yer tutar: Yapay zeka insanın bir yansıması olduğu için siberpunk insan eleştirisinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Genelde Hollywood, en başarılı eserleri yapay zekanın kontrolden çıkması üzerine kurulu öykülerde vermiştir. Bu yüzden siberpunk sinemaların en bilinenleri Terminator ve Matrix Üçlemesi’dir.
Globalleşme de siberpunkta önemli bir yer tutar. Zira siberpunkta genelde çok güçlü şirketler vardır ve çoğu siberpunk yazarı bu şirketleri bugünün şirketleri arasından seçmekten de çekinmez. Filmlerde sponsormuş gibi görünen Pizza Hut, Hitachi, General Dynamics gibi firmalarla filmlerin temel alındığı siberpunk edebi eserlerinde de karşılaşmak mümkün.
Jiletkızlar, kuklalar ve diğerleri
Bu kadar kaosun ve mücadelenin olduğu pis bir dünyada kadına ayrılan yer oldukça fazla olmakla beraber kadının yaşama şansı bulması ancak erkekleşmekten geçer.
Özellikle William Gibson’un eserlerine bakıldığında kadın baş karakterler genelde fizyolojik olarak manüpile edilmişler. Yani parmaklarında gizli jiletler, gözlerinde daha iyi görüş sağlayan aletler, kazandırılmış çeviklik ve dövüş sanatları, aseksüel kişilik. Neuromancer’daki Molly karakteri en bilinen örneği oluşturuyor ki kendisi orjinal jiletkız (İng: Razorgirl). Daha sonra bir çok eserdeki “samuray” ya da “koruyucu” kızlar ona benzeyeceklerdir.
Ancak başka bir bakış açısıyla bakıldığında önemli bir cinsiyet ayrımı olmadan, erkeklerin de yaşamak için aynı koşullara sahip olması gerektiği görülür. Yani aslında siberpunk dünyasında kadın ve erkek sadece “birey” olarak ele alınıyor da denebilir.
Bilindik bir örnek olan Matrix Üçlemesi karakteri Trinity’nin kadınlığıyla öne çıktığı söylenemez. Yine diğer bilindik örnek olan Terminatör’de Sarah Connor da maskülin özellikler gösterir. Kısacası karakterlerin sadece cinsiyetleri kadındır. Ya da ön plana çıkmış bir rol değişimi vardır. Hatta kimi zaman transeksüel ya da crossdresser, yani kadın gibi giyinmiş erkeklere rastlanır.
Mesela Molly, Neuromancer’ın başrol oyuncusu Case’i eski erkek arkadaşına benzettikten sonra ona nasıl onun peşindeki suikastçileri öldürdüğünü anlatır (Bu öykü Jhonny Mnemonic filminin uyarlandığı kısa öyküdür. Gibson roman ve öyküler arasında karakterlerin hafızaları üzerinden atıflar yapmıştır). Ya da bir ara Case Molly’e nasıl ağladığını sorar. O da “ben pek ağlamam” der. Yine de birisi kendisini ağlatırsa ne yaptığını sorunca “gözyaşı kanalların boğazıma yönlendirildiği için tükürürüm” der. Molly’i dönüştüren kişiler onun ağlarken görünmesini istememişlerdir.
Yine Neuromancer’daki önemli yeniliklerden birisi de “Kukla” kavramıdır. Gibson siberpunkunda teknolojinin sağladığı bir “getiri” ile kadınlar bilinçli fahişelik yapmazlar; bağlandıkları bilgisayardan yönetilirler ve bu sırada bilinçleri yerlerinde değildir. Molly’nin ifadesiyle “insana havadan para kazanıyormuş gibi gelir”. Ancak Molly, üzerindeki manüplasyonların “kuklalık” çipleri ile uyuşmazlığı sonucu nasıl bazı şeyleri kötü bir rüya gibi anımsadığını da ciddi bir üzüntüyle anlatır.
Gelecek de bir gün gelecek
Siberpunk öğeleri ile bundan on yıl öncesi ve bugün karşılaştırıldığında ortaya çıkan paralellik korkutucu olabilir.
Evet. Gerçekten de teknoloji ilerliyor. Sağlığı tehdit eder hale geliyor. Sağlığı tekrar elde etmek için gerekli ne varsa yine teknolojinin sağladıklarından elde ediliyor. Teknoloji ucuzluyor ve bu da karaborsaya düşme ihtimalini arttırıyor. İnsan vücudu ve teknoloji entegre edilebilir hale geliyor ve “yapay” organlara yelken açılıyor. Zengin ve yoksul arasındaki uçurum büyüdükçe karaborsa da alıcı buluyor. Şirketler büyürken, halkın yaşam kalitesi düşüyor; çünkü çevre kirleniyor.
Yani bugün dünya da siberpunkta şikayet edilene benzer bir noktaya koşuyor. Ancak bu yazının giriş kısmında da ifade edildiği gibi, teknolojiye olan bağımlılık sebebiyle de organize bir karşı çıkış ortaya çıkmıyor.
İlginçtir ki bu bağımlılık ve karşıçıkış ikilemi de siberpunk yazarlarınca öngörülmüşçesine bazı eserlerde de açıkça vurgulanıyor: Matriks üçlemesinin ikinci filminde Neo ile Senatör Hamann’ın Zion kentine oksijen, basınç ve temiz su gibi yaşamsal öğeleri sağlayan makinalara bakarken yaptığı konuşma da bu vurgulamaya verilebilecek örneklerden:
– “Burada aşağıda, şu makinalara bakarken aslında hala Matrix’e bağlı bir şekilde yaşadığımızı düşünmekten kendimi alamıyorum.”
Bugün tekrar izledikten sonra diyebilirim ki The Matrix adlı film, bu yazıdaki Siberpunk tanımına çok iyi uyuyor.
Johnny Mnemonic, aslinda Cyberpunk icin Matrix den daha uygun diyebiliriz. Sahne efektkleri eksikligi nedeniyle “Netrunning” kismi Matrix e gore eksik kalmis. Zaten filimin yapimindaki sorunlar filmdeki senaryo butunlugunu de etkiledigi icin film senaryosu biraz sekteye ugramissa da, Johhny Mnemonic i matrix e gore daha cok tavsiye ederim. Ayni sekilde Robocop da oyle, ancak Cyberpunk taki “film noir” etkisini Johnny Mnemonic de daha iyi gorebilirsiniz.