Onsekiz yaşında bir genç olan Mae Kaene, 1924 yılının yaz aylarında pek çok yaşıtı arkadaşının çalıştığı Waterbury Saat Fabrikası’nda işe girmişti. İş oldukça kolay görünüyordu: Kol saati kadranını bir fırça ile karanlıkta parlayan boya ile boyamak… Ücreti de fena sayılmazdı, 40 saatlik haftalık çalışma karşılığı 18 dolar alacak, üstelik de her bir boyadığı saat kadranı başına da ilaveten 8 sent kazanacaktı.
Podcast: Play in new window | Download
Subscribe: RSS
Savaş yeni bitmiş, askerlerin cephede, siperlerinde iken taktığı son teknoloji ürünü karanlıkta parlayan saatler moda olmuş, herkes bir Waterbury saati ister olmuştu. Artan talebi karşılamak için Waterbury Saat Fabrikası üretim tesislerini genişletmiş ve el oyalayıcı bu işi üstlenecek çok sayıda 20’li yaştaki genç kızı işe almıştı.
Karanlıkta parıldayan bu mucizevi boya, çinko bir bileşim karıştırılmış radyoaktif radyum tuzlarından ibaretti. Bu karışımda, radyum atomlarından salınan parçacıklar, çinko atomlarının enerji seviyesini artırarak titreşmelerini sağlıyor, bu da ortama yeşilimsi bir ışık yayılmasını sağlıyordu. Yayılan ışık, çok kuvvetli olmadığından gündüzleri görünmüyor, ancak geceleri parıldayarak saat kadranının görülebilir hale gelmesini sağlıyordu. Düşman tarafından fark edilmeden askerlerin günün hangi saatte olduklarını anlamaya yarayan bu kimyasal karışım, savaşın bitmesiyle lüks evlerde aranan bir dekorasyon malzemesi haline gelmiş, artan talep firmanın hızla büyümesini sağlamıştı.
Genç Mae, yeni işinden memnun değildi. Arkadaşları, saat kadranını en dikkatli ve muntazam şekilde boyamak için uğraşıyor, boyaya daldırdıkları fırçanın ucunu dudakları yardımıyla sivrileştirip rakamları öyle boyuyorlardı. Oysa Mae, boyanın tadını acı, kıvamını pütürlü ve iğrenç bulduğu için fırçayı ağzına sokarak sivrileştirmek istemiyor, bu da boyadığı saatlerin muntazamlığını bozuyor, boyama hızını azaltıyordu. Arkadaşları mesai sonrasında ellerinde kalan fazla boyayı parlaması için dişlerine, saçlarına sürüyor, tırnaklarını ışıltılı bir manikür için bu boyayla boyuyor, hatta pahalı parfümerilerde satılan radyumlu mucizevi güzellik kremlerine, toniklere paraları yetmediği için yüz ve boyunlarına bu boyaları sürüyorlardı. Oysa Mae boyayı ne tatmak ne de ona dokunmak istiyordu. Birkaç hafta sonra, ustabaşı günde ancak 8 kadran boyayabilen Mae’yi yanına çağırarak başka bir iş bulmasını önerdi, zira diğer işçiler neredeyse 100 saat kadranını bir günde bitirebiliyorlardı. Zaten yaptığı işi sevmemiş olan Mae, bu fırsatı kullanarak kadran boyama işinden istifa ederek aynı şirketin idari ofislerinden birinde memurluk yapmaya başladı.
Mae işten ayrıldıktan kısa bir süre sonra iş arkadaşları birer birer gizemli hastalıklara yakalanmaya başladı. Ağızlarında yaralar açılıyor, dişleri dökülüyor, çene kemikleri eriyor, pek çoğunda tedaviye yanıt vermeyen derin bir kansızlık baş gösteriyordu. Beş yıldır fabrikada saat boyayan Frances Splettstocher, ağrıyan dişi ve çenesi nedeniyle dişçiye gitmiş, çürükten şüphelenen dişçi, ağrıyan dişi çekerken Frances’in çene kemiği kopmuş ve yanağında kapanmayan bir yara açılmıştı. Pek çok başka mesai arkadaşı da benzer dertlerden muzdaripti; çene kemikleri veya diğer kemikleri eriyor, durduk yerde kırılıyor, parçalanıyor veya tümöre dönüşüyordu. 1924 yılı sonunda, fabrika işçilerinin yedisi bu gizemli hastalık nedeniyle ölmüştü bile. Artan ölüm ve hastalık vakaları dikkatleri çekmesine rağmen, kimse 19. yüzyılın mucizevi buluşu olan radyoaktif radyumun bu gizemli hastalıkların nedeni olduğuna inanmıyordu.
Curielerin müthiş keşfi: Radyum
Radyum, 1898 yılında Marie Curie ve eşi Pierre Curie tarafından bulunmuştu. O dönemde, çeşitli radyoaktif maddeler üzerinde deneme yapan Curieler, bir uranyum tuzu olan uranit örneği üzerince çalışıyorlardı. Tuzdan uranyumu izole etmelerine rağmen kalan maddenin hala radyoaktif özellikler gösterdiğini fark ettiler, detaylı incelemeler sonunda bunun yeni bir radyoaktif element olduğunu keşfettiler. 26 Aralık 1898’da Fransa Bilim Akademisi’ne bu yeni elementi sundular. Elementin ismi, Latincede ışın anlamına gelen “radius” kelimesinden ilham alarak radyum olarak belirlendi.
Gecenin karanlığında soluk yeşil ışıldayan bu yeni element Curieleri büyülemişti. İçinde radyum bulunan cam kavanozları yatak başında gece lambası olarak kullanıyorlar, radyum dolu tüpleri çekmecelerinde tutuyor, ceplerinde taşıyorlardı. Marie Curie, otobiyografisinde laboratuvarındaki yeşil ışıltılardan bahsediyor:
“En sevdiğimiz şeylerden biri gece çalışma odamıza girmekti, duvar dibindeki masanın üzerinde duran şişelerden yayılan soluk yeşil parıltıyı görmeye bayılıyorduk. Bu, bizim için yepyeni ve müthiş bir şeydi… Sanki karanlıktaki periler gibiydiler.”
Pierre Curie, parıldayan bu şişelerin ışık dışında havayı da elektriklediğini fark etti. İçinde bir elektrometre olan bir kutu imal etmişti ve bu kutuyu parıltılı tüplere yaklaştırdığında, elektrometreden zayıf bir elektrik akımı geçtiğini fark etti. Bu fenomene “radyoaktivite” adını verdiler.
Çoğu kimse, bu denli yüksek enerji içeren bir maddenin mutlaka müthiş güçleri olacağında hemfikirdi. Hatta Pierre Curie, koluna 10 saat boyunca bir parça radyum bağladıktan sonra kolunda yanık olduğunu fark edince bu maddenin mutlaka kansere iyi geleceğine kanaat getirmişti. Tüm Avrupa ve ardından Amerika’yı bir radyum çılgınlığı sardı. Pek çok firma, el birliği ile güzellik kremlerinden diş macunlarına, çukulatadan boğaz pastillerine kadar radyum içeren ürünler satmaya başladı. Bu firmaların iddiasına göre radyum siyatiğe, lumbagoya, gut hastalığına, romatizmaya, hipertansiyona, kansere, körlüğe…. kısaca aklınıza ne gelirse, tüm hastalıklara iyi geliyordu. Radyum içeren su damacanaları şifa niyetine evlere girdi, kaplıcalarda radyum tuzu kullanılmaya başladı. ( Dçnemin radyum içeren ürünler çılgınlığını görmek için şu sayfaya göz atabilirsiniz.)
Bu radyum çılgınlığı sürerken, bir Alman biliminsanı radyum içeren ve geceleri parlayan bir boya imal etmeyi başardı. Amerika’nın savaşa girmesinden kısa bir süre sonra, önce New Jersey’de bulunan US Radium firması parlak kadranlı saat üretme içine girecek ve savaş sonrası ekonomisinde iş arayan genç kızları “Undark” adını verdiği radyum boyasını saat kadranındaki rakamlara sürmeleri için işe alacaktı.
Gizemli bir hastalık…
Radyum kızları teker teker hastalanmaya başladıklarında doktorların aklına radyumun bu hastalıkların nedeni olabileceği en başta gelmedi. Çoğu doktor hastalanan kızlara dişeti iltahabı, ülser hatta cinsel yolla bulaşan bir hastalık olan frengi teşhisi koyuyordu. Ancak vaka sayısı artmaya başlayınca US Radium, Harvard Üniversitesi’deki bir grup biliminsanına bu esrarengiz hastalığın nedenini araştırma görevi verdi. Yapılan analizlerde fabrikada çalışan kızların ciltlerinde, saçlarında çok yüksek oranda radyum saptandı. Hatta soluk verdiklerinde akciğerlerinden gene radyoaktif bir madde olan radon gazı çıktığı bulundu.
Araştırmayı yapan doktorlardan biri olan Dr. Harrison Martland bir adım daha ileri giderek daha önce fabrikada çalışmış ve esrarengiz hastalık sonucu beş yıl önce ölmüş olan bir genç kızın kemiklerini mezardan çıkartarak incelemeye gönderdi. Sonuç beklediği gibi çıkmıştı, beş yıldır gömülü olmasına rağmen kemikler yüksek oranda radyasyon yayıyordu.
Bu bulguların ışığında, genç kızların esrarengiz ve korkunç şekilde ölmelerinin nedeninin radyum içeren boya olduğu yavaş yavaş kabul görmeye başladı. Fabrikada çalışan tüm genç kızlarda çeşitli hastalık belirtileri görülüyor, çene kemiği erimesi, kapanmayan ağız yaraları gibi en vahim semptomlar boyadıkları rakamlar kusursuz olsun diye fırçayı ağzında sivrileştiren kızlarda ortaya çıkıyordu.
Radyum: 88
Bugün radyum elementinin neden bu tip belirtilere neden olduğunu biliyoruz:
Radyoaktif elementlerin en belirgin özelliği yüksek enerjili parçacıklar salarak, yani ışınım yaparak başka elementlere dönüşmeleridir. Radyoaktif maddeler üç çeşit ışınım yaparlar: alfa parçacıkları, beta parçacıkları ve gama ışınları. Bunlardan gama ışınları en yüksek enerjili ışınımlar olup kumaş, cilt ve hatta yumuşak dokuların içinden geçebilirler ve ancak kurşun tabaka ile durdurulabilirler. Beta parçacıkları daha düşük eneriye sahiptir, kağıt gibi ince tabakalardan geçebildikleri halde aluminyum folyo gibi ince materyallerle durdurulabilirler. Alfa parçacıkları ise en düşük enerjili parçacıklardır, ince bir kağıt katman, elbise ve hatta cilt yüzeyi bile onları durdurabilir.
Radyum, %90 oranında alfa parçacığı yayar. Aslında direkt temas ile vücut içine çok fazla nüfuz etmezken, ortamda radyum tozu varsa solunum sırasında akciğerlere girebilir, veya dudaklara sürüler fırça yüzünden yutulabilir. Bir defa vücuda girdi mi, ciddi sorunlara neden olur. Zira radyum elementi kalsiyum elementine çok benzer, ikisi de alkali metal grubundandır ve kübik kristal yapılara sahiptirler. Radyum, yutulduğu zaman vücut tarafından kalsiyum gibi metabolize edilir ve kalsiyum yerine sinir iletimi, kas kasılması ve kemik metabolizmasına dahil olur. Vücutta metobolize olan 1600 yıllık yarı ömürlü Radyum 226 , radyoaktif bozunma ile yavaş yavaş radon gazına dönüşür ve radon da solunum ile dışarı atılır.
Kemiklere yerleşen kalsiyum, normalde kemik yapısının güçlenmesini sağlarken radyum tam tersini yapar. Oturduğu yerden çevresindeki kemik dokusunu alfa parçacıkları ile bombalar, buradaki kemik dokusunda delikler meydana getirir ve kemiğin erimesine neden olur. Aynı zamanda kemik içindeki iliği de öldürerek kan yapımını bozar. Radyumlu fırçayı dudakları işle sivrileştiren genç kızların çenelerinin eriyip düşmesine, kemiklerinin durduk yerde kırılmasına, kansızlık ve lösemi nedeniyle ölmelerine şaşırmamak lazım!
Dr. Martland, yapılan incelemelerin sonucunda saat boyayan genç kızların esrarengiz hastalıkların nedeninin radyum olduğu şüpheye yer bırakmayacak şekilde tespit etmişti. Bulgularını 1925 yılında JAMA (Journal of American Medical Association) dergisinde yayınladı.
Radyum Kızları, US Radium’a Karşı
Bulguların yayınlanmasını takiben çekişmeli bir hukuk savaşı başladı. Daha önce fabrikada çalışmış, ciddi şekilde hasta olan ve basın tarafından “Radyum Kızları” ismi takılmış olan beş genç kız (Grace Fryer, Quinta McDonald, Albina Larice , Edna Husman ve Katherine Schaub) Waterbury fabrikasını dava ettiler. Kısa bir süre sonra davaya hastalanmış başka eski çalışanlar da katıldı. Davacılar, kişi başına 250.000 dolar tazminat talep ediyorlardı. Ancak fabrikanın arkasındaki politik ve maddi destek çok güçlü idi ve dava uzadıkça uzuyordu. Dava sürerken Quinta’nın iki kalça kemiği de kırıldı, Albina tamamen yatalak hale geldi. Edna artık neredeyse yürüyemez hale gelmişti ve fabrikada çalışmayı bırakalı yıllar olmasına rağmen geceleri hala saçları parıldıyordu. Çene kemiği kopmuş olan Katherine, avukatına “Eğer 250.000 doları kazanırsam cenazeme bir sürü gül alabilirim değil mi?” diye soruyordu.
Dava, çekişmeli bir şekilde üç yıl sürdü, bu sırada davalı genç kızlardan 13 tanesi radyum zehirlemesine bağlı çeşitli nedenlerle hayatını kaybetti. 1928 sonbaharında, dava nihayet sonuca bağlandı ve jüri US Radium firmasının her bir davalıya 10.000 dolar tazminat ödemesine, ölene kadar da 600 dolar aylık bağlamasına ve tüm tıbbi bakım ücretlerini de üstlenmesine karar verdi. İlaveten, radyum boyası kullanımına ilişkin ciddi düzenlemeler getirildi. Undark boyası ise 1960 yılına kadar saatlerde kullanılmaya devam edecekti.
Gelelim radyum boyalı fırçayı yalamaktan nefret ettiği için kendisinden beklenen performansı gösteremediği için işten atılan Mae Kaene’ye…
18 yaşında Waterbury fabrikasında saat boyamaya başlayan Mae, birkaç hafta sonra işten ayrılmış olmasına rağmen 30’lu yaşlara geldiğinde tüm dişlerini kaybetti. İlerleyen yaşlarda meme ve kalın bağırsak kanserine yakalanmasına rağmen 107 yaşına dek yaşadı ve 1 Mayıs 2014 tarihinde hayata gözlerini yumdu.
“Hepimiz çok gençtik, boyanın ne olduğu hakkında hiç bir fikrimiz yoktu….”
— Mae Keane
Kaynaklar:
- Denise Grady, New York Times: Mae Keane, Whose Job Brought Radium to Her Lips, Dies at 107
- Denise Grady, New York Times: A Glow in the Dark, and a Lesson in Scientific Peril
- Nancy Burban, Funeralfund: Mae Keane, Believed To Be Last Of Waterbury’s Radium Girls Dies at 107
- Dissident Media: The “miraculous powers” of radioactivity
- Ann Quigley, Waterbury Observer: After Glow
- Martland H.S., Conlon P, Knef J.P. Some unrecognized dangers in the use and handling of rdioactive substances: With especial reference to the storage of insoluble products of radium and mesothorium in the reticulo-endothelial system. JAMA.1925;85(23):1769-1776.
- Deborah Blum, Wired: The Radium Girls
- Deborah Blum, Wired: Life in the Underdark
- Deborah Blum, Wired: A Dazzle in the Bones
Dehşet içinde okudum Işıl Hanım. Daha evvel radyum ihtiva eden mucizevi ilaç ve kozmetiklerle alakalı bir makale okumuştum. Bu ürünlerin boş kutuları bile günümüzde hala tehlikeli radyoaktif atık statüsünde sayılıyormuş.
Harika bir yazı olmuş, ellerinize sağlık.
Diyecek fazla söz bulamıyorum, hikaye ve durum çok güzel, ama yaşanan olay içler acısı bir durum. Buldukları buluşlar yüzünden kendisi ölen, mucitlerinde bir amacı vardı. İstedikleri gibi gitmedi olan oldu. Olmasa idi bugün bu bildiklerimiz olmayabilirdi.
Mae Keane 107 yaşına kadar yaşaması çok ama çok ilginç olmuş. Daha uzun yaşasaydı keşke. Yeni bir şey bulunduğunda onu test etme fikrini insanoğlu, bu olaylardan sonra benimsedi.
Işıl hanım yazınız için ayrıca teşekkür ederim.
Bu yazıdan ön plana çıkarılabilecek bir saptamayı belirtmek iaterim:Her yeni adım-ÖRNEĞIN bu anlatılan olgu,Örneğin GDO GIBI YENI Buluşlar çevre için sağlık için tehlikeli olup olmadığı bir araştırma disiplinin gerektirdiği sürede incelenmesi zorunludur.
Soluksuz okudum tesekkurler emeginiz icin.
Hatırlıyorum,çocukluğumda gece görünen rakamları olan saatler vardı! Korkunç bir olaymış!Bilgilendirdiğiniz için teşekkürler.
Merhaba. Kuvvetle muhtemel o saatlerde kullanılan rakamlar fosforlu malzemeden yapılmışlardı. Panik yok :)
devlet tiyatrosunun bu olayı anlatan oyununu izledikten sonra internette olayı araraştırırken denk geldim yazınıza. oyundaki her şeyin gerçek olduğunu görmek içimi tekrar acıttı. Cehalet ne kötü bir şey! Teşekkür ederim yazınız için.
Elinize sağlık. Günümüzün “radyumları (!)” ile kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bir gün gerçekten “Homo sapiens” oluruz diye bir umudum hala var :)