Amerikan Antropoloji Kongresinde hüsran
Bir önceki yazımda insanı insan yapan öğelere göreceli bir lensten bakan kültürel antropologlarla, genel-geçer insan evrensellerine odaklanan genetikçilerden dem vurmuştum. Hatırlarsanız, bu iki grubun arasındaki geçimsizlikten bahsetmiştim.
Bu geçimsizliğin benim için kişisel olarak ilk izdüşümü 2005’te Vaşington D.C.’de gerçekleştirilen Amerikan Antropoloji Derneği toplantısında olmuştu. Dünyanın tüm antropologları için önemli bir toplantı olduğundan, devasa bir katılım vardı. Benim de kariyerimde yapacağım ilk profesyonel, ingilizce konuşmaydı.
Türkiye’de yapılacak antropolojik genetik çalışmalarının etik unsurları üzerine kafa patlatmıştım uzun süre ve düşüncelerimi sunacaktım. Bana göre her genetik projesi, katılımcıların kültürel, tarihi ve sosyolojik yapıları gözönüne alınarak, göreceli bir şekilde değerlendirilmeli, etik kriterler de ona göre düzenlenmeliydi.
Konuşmama sadece bir avuç insan gelmişti. Dahası konuşmama gelen kültürel antropologlar ahlak felsefesi ile ilgili düşüncelerimi, okumalarımı yetersiz bulmuşlardı. Genetik antropologlar ise benim genetik analizlerimi beğenmemiş, felsefi ‘laf kalabalığı’ ile zaman harcadığımı ima etmişlerdi. Moralim çok bozuk bir şekilde otelime dönerken, doktora hocam ile karşılaştım ve bir yemeğe davet edildim (daha ziyade kendimi davet ettirdim).
Melvin Konner ve Biyolojik bir hapishanede kültür
Yemekte, ben, doktora hocam ve doktora hocamın zamanında doktora komitesinde olan, Melvin Konner isimli ünlü bir antropolog vardı. Biraz da benim bir iki saat önceki konuşmamla ilgili mızmızlanmamdan dolayı, biraz da hepimizin ortak ilgi alanı olduğundan konuşma kültür ve biyoloji arasındaki ilişkiye geldi.
Dr. Konner’ın konuya olağanüstü hakim olduğu ilk on dakikada belli oldu. Hem ben, hem de doktora hocam, yemeğin geri kalanını, Dr. Konner’ın bu konuda söyleyeceklerini dinleyerek geçirdik. Dr. Konner’ın yüzlerce makaleye yayılan, dünyanın çeşitli yerlerinde, değişik insan özellikleri üzerinde amprik verilerle gösterdiği ana fikir, insan doğasının ana hatlarının evrimsel, biyolojik bir fırçayla şekillendiği, kültürel çeşitliliğin ise bu ana hatların etrafında dans eden şekiller, renkler olduğu idi.
Örneğin Konnor aşağıdaki konuşmasında detaylıca açıkladığı bir konu, insanların çocuk yetiştirme rituellerinin, emzirme şekillerinin ve çocuk yetiştirme ile ilgili bir çok ‘kültürel’ olgunun aslında diğer memelilerle paylaştığımız biyolojik temelleri olmasıydı.
Açıkçası ben o yemek sırasında Konner’ın birbiri ardına verdiği örnekleri ağzım açık dinlemiştim. Konner yemek yeme alışkanlıklarımızdan, çocukluk kavramının nasıl evrimsel açıdan anlaşılmasına gerektiğine kadar onlarca konu üzerinden detaylı örnekler vermişti. Yemeğin sonunda, Konner gel benimle çalış dese, tezimi bırakıp Atlanta’ya yollanacak kadar etkilenmiştim.
Sağlıkla ilgili çıkarımlar
Konner’a göre kültür biyolojik bir hapishanede kalmış bir mahkûmdu ve bu hapishaneden kaçarsa kötü sonuçlar kaçınılmazdı. Örneğin, Konnor’un Boyd Eaton ile beraber yazdığı ve 1000’in üzerinde atıf alan ve şimdi meşhur olan ‘Paleodiet’ fikrinin öncüsü bir makale, tarım öncesi, protein ağırlıklı yemek alışkanlıklarının insan biyolojisine daha uygun olduğunu, tarım sonrası karbonhidrat bazlı yemek alışkanlıklarının bu yüzden bir çok sağlık problemi (örn. obezite) yarattığını savunuyordu.
Konner’ın düşünüş tarzı hala bir çok önemli antropoloğun ve tıp doktorunun fikirlerini etkiliyor. Örneğin, iki sene önce, Daniel Lieberman isimli antropoloğun ayak evrimimizin çıplak ayakla koşmaya evrimleşmiş olduğunu gösteren bir çalışması Nature dergisine kapak oldu. Lieberman’a göre ayakkabılar, biyolojik olarak kodlanmış ‘doğru’ koşma programımızı bozuyor ve uzun mesafe koşular sırasında topuk bölgesine aşırı yük bindirerek sakatlanmalara yol açıyordu. Bu makale o kadar ses getirdi ki, Amerika’nın en popüler ‘talk-show’larından birisine konuk oldu Lieberman.
Soru işaretleri
Sonuç olarak, Konner ve benzer fikirdeki bilim insanları daha önce söz ettiğim genetikçiler gibi kültürün etkisini tamamen gözardı etmeseler de, kültürü genelde biyolojik temeller üzerine şekillenen, çoğu zaman negatif bir olgu olarak çalışmaktalar. Konner’la olan yemekten neredeyse 10 yıl sonra, kafamda iki kuşku oluştu bu tip çalışmalar konusunda.
Birinci olarak, bu tip çalışmalar ancak belli başlı insan karakteristikleri ile ilgili önemli ipuçları veriyor, diğerleri konusunda ise sessiz kalıyorlar. Belki gerçekten de uzun mesafe koşusu insana özel ve belki de yeni bir avlanma tekniği olarak ortaya çıkmış bir davranış. Kendi içinde çok enteresan, üzerine kafa yorulması gereken bir çalışma. Ancak, bu insan kültürünün karmaşıklığını açıklamada kanımca yetersiz kalıyor. Örneğin bugün uzun mesafe koşu sporunun kültürel, ekonomik, sosyal ve hatta politik etkilerini anlamak için Konner ve Lieberman gibi indirgemeci, biyolojik tekniklerin çok bir yararı olmaz sanıyorum.
İkinci önemli mesele bu tip çalışmaların, kültürel ve teknolojik çeşitlenmelerin zamansal olarak biyolojik evrimi takip ettiklerini varsaymaları. Ancak bunun için tam olarak doğrudan bir kanıt yok. Hatta, tam tersi bir senaryo da düşünülebilr. Örneğin, biliyoruz ki insanlar milyonlarca yıldır alet yapabiliyorlar ve yaşadıkları yerleri , içgüdüsel olarak değil, bilinçli olarak seçiyorlar ve muhtemelen bu ekolojik seçimlerini kültürel olarak bir nesilden diğerine aktarıyorlar. Bu durumda, ateş yakabilen, alet kullanabilen, kendilerine korunak yapabilen veya en azından bulabilen bir varlığın biyolojik evrimi acaba bu teknolojilere sahip olmayan bir varlıkla aynı olabilir mi? Diğer bir deyişle, insan olarak geçmişimizde kültür acaba genleri değiştirecek bir ortam yaratmış olamaz mı? Bunun için artık elimizde önemli kanıtlar var.
Sonraki yazımda, kültürün genler üzerine etkisine değineceğim. O zamana kadar sağlıcakla.
Yorum Ekle