Geçtiğimiz nisan ayının Açık Bilim dergisinde doktora sürecini anlatmaya başlamıştım. Doktora neden yapılır, iyi bir doktora pozisyonu nasıl seçilir ve nasıl başvurulur gibi konulara değinmistim. Bu ay kaldığımız yerden devam edelim.
Doktora boyunca nasıl çalışmak lazım?
Cevap basit; çok çalışmak. Fakat çok çalışabilmek o kadar basit değil. Çok çalışabilmek için motivasyona sahip olmalısınız. Motivasyon ise, özellikle doktora süresince, kolaylıkla kaybedilen fakat asla kaybedilmemesi gereken veya kaybedilse dahi kısa sürede geri kazanılması gereken psikolojik bir durum. Doktora uzun bir süreç. Bilinmezlik, başarı, başarısızlık, hayal kırıklığı ve sürprizlerle dolu… Çok zamanlar kendinizi dünyadaki en yalnız insan hissedersiniz ki doktora yaparken zaten yalnızsınızdır. Çünkü siz bilinmeyeni bulmaya çalışan, olmayanı yaratmakla uğraşan ve bu yolda şimdiye kadar kat edilmiş mesafeyi daha da ileri taşımaya çalışan kişisinizdir. Çalıştığınız konuya olan ilginiz ve sevginiz motivasyonunuzu bir süre diri tutabilir. Fakat doktoranın zorlu koşulları çalışma şevkinizi belli bir noktada kırabilir. İşte tam bu noktada hocanızın bulunduğunuz ruh halinin farkına varıp sizi tekrar heyecanlandırabilmesi gerekir. Aksi taktirde kaybolan motivasyonunuz çalışmanızı engeller. Çalışmadıkça motivasyonunuzu kaybetmenize sebep olan sorunu çözemezsiniz. Çözemedikçe motivasyonunuz geri kazanamazsınız ve kendini besleyen umutsuz bir döngünün içinde bulursunuz kendinizi. Muhtemelen paniklersiniz. Bu panik hali belki sizi tekrar çalışmaya teşvik eder. Fakat doğru ve yaratıcı kararlar panik halinde alınabilen kararlar değildir. Ne kadar çabalasanız da kendinizi çırpındıkça içine gömüldüğünüz bir bataklıkta hissedersiniz. Kıymetli vaktinizi kendinizle mücadele ederken kaybedersiniz. Daha da kötüsü etrafınızdaki insanlar ve hocanız tarafından “tembel” damgası yemenizdir ki bu daha sonra referans mektubunuza da yansıyabilir. Halbuki siz doktora yapacak seviyeye yan gelip yatarak gelmediniz. Kendinizi o güne kadar ispatladınız. Fakat şimdi belli ki bir sorun var. Bu sorunu fark etmesi ve çözmesi gereken hocanızdır. Sonuçta siz bostanda yatarak büyüyen karpuz olmadığınız gibi, hocanız da bostan korkuluğu değil.
Çok çalışmak tek başına yeterli değil. Bir de iyi çalışmak lazım. Bir başka deyişle verimli olmak… Bir soruya cevap arıyorsanız, o sorunun cevabının aşağı yukarı nerede olabileceğini kestirebilmelisiniz. Bu da tecrübeye dayalı öngörü yeteneğiyle gerçekleştirilebilecek birşey. Yani verimlilik, dönüp dolaşıp yine hocanın kabiliyetine bakıyor. Tabi ki bu, hocanız ne derse onu yapın demek olmuyor. Bu şekilde davranırsanız doktora öğrencisinden çok teknisyenlik yapmış olursunuz ki size hiç birşey katmaz. Siz de inisiyatifin büyük bir bölümünü elinize alıp okumalı, araştırmalı, yazmalı ve tartışmalısınız. Örneğin moleküler biyoloji laboratuvarlarında “pipetlemek” diye tabir edilen deneylere başlamadan önce “ineklemek” dediğimiz bütün gün makale indirip okumaktan, literatürde ne var ne yok hazmetmeye çalışmaktan oluşan döneme yeteri kadar vakit ayırmak gerekir. Şahsi görüşüme göre yeni bir projeye başlamadan önce ki “inekleme” dönemi en az 1 ay olmalı. Bu süreçte hocayla ve laboratuvardaki diğer tecrübeli kişilerle beyin fırtınası yaparak projenin haritası çıkarılmalı. Böylece ne yaptığınızı bilerek işe koyulursunuz. Birçok grup liderinde gördüğüm yanlışlık şu: Gelen öğrenciden daha ilk günden deneylere başlaması isteniyor. Hocanın nazarında masa başında çalışmak pek de çalışmaktan sayılmıyor. Özellikle ilk zamanlarda illa ki deney yaparken görülmelisiniz ki “çalışkan” intibası bırakabilesiniz. Eğer hocanız böyle bir tavır içindeyse ne yaptığınızı ve neden yaptığınızı izah edin. Ona sorular ve tartışmak istediğiniz makalelerle gidin. Böylece zamanınızı boşa harcamadığınız anlayacaktır.
Bilim, okumak, deney yapmak ve sonuçları paylaşmaktan ibaret bir uğraş. Gözlemlediğim kadarıyla iyi bilim insanları zamanlarının %60’ını okumaya, %30’unu deney yapmaya, %10’unu ise yazmaya ve sunmaya ayırıyorlar. Yani okumak, bir bilim insanın en çok zaman ayırması gereken uğraş diyebiliriz. Fakat iyi bilim insanları sadece kendi çalıştıkları konularda değil, aynı zamanda ilgisiz konular da okuyorlar. Bu sayede örneğin, belli bir alanda sıklıkla uygulanan, fakat diğer alanlara henüz taşınmamış bir tekniğin farkına varıyorlar ve yeni fikirler geliştirebiliyorlar. Ne de olsa gün geçtikçe bilim daha disiplinlerarası hale geliyor ve bir olguyu anlamanın yolu, olaya tek bir açıdan değil birçok açıdan bakabilmekten geçiyor. O yüzden, özellikle yüksek etki faktörü olan dergilerin her sayılarının içeriğini gözden geçirmek ve ilginç makaleleri okumak tahmin edemeyeceğiniz yararlar sağlayabilir.
Doktora ve özel hayat dengesi
Bu alt başlık “akademi ve özel hayat” şeklinde de olabilirdi. Çünkü doktorada durum neyse akademinin geri kalan kısımlarında da benzer şekilde devam ediyor. Bu konuda hangi bilim insanına bir dokunsan bin ah işitirsin. Bilim insanlarının özel hayatlarına yeteri kadar zaman ayıramadığından, evlenip çocuk yapmak için uygun koşullara kavuşamadıklarından ve düzenli bir hayata sahip olamadıklarından şikayetçi olduklarını görürsünüz. Bu yüzden akademik hayat ile özel hayatı dengelemenin yollarını bulmak için seminerler düzenlenir durulur. Fakat sorun yakın zamanda çözülebilecek gibi görülmüyor. Çünkü günümüz akademik sistemin kendine has dinamikleri bu sorunu çözmeyi engelliyor. Örneğin; akademik hayat bireyselliği gerektirir. “Bilim, bir takım işidir” denir. Gerçekten de bilimsel makalelere baktığınız zaman birden çok insanın o çalışmada katkısının olduğunu görürsünüz. Herkes bir işin ucundan tutmuştur. Fakat o çalışmanın sahipleri (makalenin ilk ve son yazarları), işin sonunda elde edilen bütün kredileri toplayanlardır. Katkı sağlayan diğer insanlar o makaleyi özgeçmişlerine “katkıda bulunduğum çalışmalar” şeklinde koyar ki akademik bir pozisyona başvuru yaptığı taktirde o katkıda bulunduğu makalelerden ziyade ilk veya son yazar olduğu makaleler göz önünde bulundurulur. O yüzden herkes ağırlıklı olarak kendi makalesini yayınlamanın derdindedir. Hem başarının hem de başarısızlığın sorumluluğu kişinin omuzlarına yüklenir. Akademi dışında, örneğin bir firmada çalışıyorsan, durum biraz farklı. Firmanın amacı muhtemelen bir ürün çıkarmaktır. Firmanın çatısı altında çalışan herkes o amaca yönelik çalışır. Eğer ürün çıkarsa bu başarı firmanın başarısı olarak kabul edilir ve başarının getirisi çalışanlar tarafından belli oranlarda paylaşılır. Başarısızlık söz konusuysa, her ne kadar takım içinde bireyler suçlanıyor olsa da dışarıdan görülen firmaya ait bir başarısızlıktır. Çalışanlar belli bir emek sarf etmişlerdir ve bu özgeçmişlerine “iş tecrübesi” olarak yansır. Bu iş tecrübesi farklı bir pozisyona başvururken kişiye referans olur. İşte tam bu noktada akademiyi çok acımasız görüyorum. Çünkü belli bir konu üstünde yıllarca uğraşıp iyi bir makale yayınlayamamışsan bu, çalıştığın üniversitenin veya dahil olduğun grubun başarısızlığı değil, bizzat senin başarısızlığındır. Geçirdiğin zaman ise iş tecrübesi olarak değil zaman kaybı olarak değerlendirilir. O yüzden kendi paçanı kurtarmak için özel hayatına ayırman gereken vakitten çalar, kendi hesabına çalışırsın da çalışırsın.
Akademide bireyselliğin yanısıra ağır bir rekabet de söz konusu. Daha önceki yazımda da bahsettiğim gibi doktora yapmanın amacı akademisyen olabilmek. İyi kötü bir doktora pozisyonu bulmak her zaman mümkün. Ne de olsa ucuz ve kalifiyeli iş gücüsünüzdür. Fakat dereceniz arttıkça sizin için olan açık pozisyonlar da azalır. Örneğin post-doc, (doktora sonrası çalışmalar) pozisyonu bulmak daha zor. Öncelikle doktora da üstünde çalıştığınız bir konularla ilintili çalışan gruplara başvurmayı tercih edersiniz ki bu seçenekleriniz kısıtlayan bir durum. Diğer yandan post-doc pozisyonları daha pahalıya mal olan pozisyonlar olduğundan doktora pozisyonlarından daha az açılır. Üniversitelerde veya araştırma enstitülerindeki bağımsız grup lideri pozisyonları, özellikle kalıcı (tenure) pozisyonlar, bir arı kovanındaki kraliçe arı pozisyonu kadar az olduğu söylenebilir. Son yapılan istatistiklere göre biyoloji alanında doktoraya başlayan öğrencilerin hepsi akademisyenlik için eğitiliyor olmasına ve yarısından fazlası akademisyen olmak istiyor olmasına rağmen kalıcı pozisyona sahip olma ayrıcalığına erişenlerin %8’den az olduğu söyleniyor. Yani üniversiteler arz olmayan bir pazar için doktoralı öğrenci üreten bir doktora fabrikası gibi çalışıyor. Durum böyle olunca açılan tek bir pozisyona yüzlerce insan başvuruyor. Aralarından en çok ve en iyi çalışmalar yapmış olanlar seçilebiliyor. Diğerleri ya bir ya da iki yıllık çalışma kontratlarıyla postdoc pozisyonunda çalışmaya devam ediyor veya farklı bir kariyer yolu seçiyorlar. Tüm bu baskılar ve iki yıl sonrası belli olmayan çalışma koşulları, insanların özel hayatları ile akademik hayatları arasındaki dengeyi bozuyor. Çalışma saatlerini uzatıyor. Haftasonlarını da çalışma günlerine dahil ediyor. Bir şekilde dengeyi kurmanız halinde dengeyi akademik hayat lehine bozmuş bir başkası rekabette öne geçebiliyor.
Çözümün, hayır diyebilmekte ve kariyer yolu açısından esnek olabilmekte yattığına inanıyorum. Yani şunu diyebilmek lazım: “Tamam, akademik hayat bir yaşam tarzıdır. Tüm benliğinizle bu işin içindesinizdir ve bu yola baş koymuşunuzdur. Fakat akademi aynı zamanda bir iş. Aslında geçimimi sağlayabilmek için icra ettiğim mesleğim. Hayatımı oluşturan tek unsur değil. Ailem, sevgilim, hobilerim vs. de beni ben yapan şeyler. O yüzden belli zamanlarda çalışırım, belli zamanlarda da çalışmam. Bir takım işleri yapmaya varım ama dünyayı da ben kurtaramam. Eğer beni mutlu edeceğine inandığım bu şartlarda kalıcı akademik pozisyon elde edemiyorsam ben de girişimci olurum, sanatçı olurum, yazar olurum, danışman olurum, ticaretle uğraşırım, bir işe girerim. Geçimimi sağlamanın bir yolunu elbette ki bulurum. Sonuçta hayatımın dengesini bulurum, mutlu olurum.” Daha önce de belirttiğim gibi doktora eğitimi daha çok insanları akademisyen olarak yetiştirmeye yöneliktir. Fakat doktora programlarının bilimsel iletişim, girişimcilik, finans, pazarlama gibi akademisyenlik dışı becerilerin kazandırıldığı seçmeli dersleri de olur. Size tavsiyem bu seçmeli derslere zaman ayırarak kendinizi farklı alanlarda da geliştirmeye çalışmanız.
Çevre edinme
Hangi kariyer makalesini okursanız okuyun geniş bir çevreye sahip olmanın başarılı bir kariyer için gerekli olduğunu söylediğini görürsünüz. Bu oldukça geçerli bir tavsiye. Etrafınıza baktığınız zaman insanların hayattaki konumlarının belli bir kurala bağlı olmadığını görürsünüz. Yani “ÖSS’de birinciydin; öyleyse cumhurbaşkanı olacaksın. Üniversitede sıradan bir öğrenciydin; öyleyse sıradan bir memur olacaksın. Doktorada hiç makale yayınlayamadın; öyleyse başarılı bir bilim insanı olma şansın yok.” diye bir kural yok. Hayat çok daha karmaşık. Biraz doğru zamanda doğru yerde olmaya, doğru insanla karşılaşmaya, fırsatları değerlendirebilmeye bakıyor olay. O yüzden ne kadar çok insanla iletişim halinde olursanız hayatınıza o kadar çok olasılıklar katarsınız. Fakat yukarıda da anlattığım gibi akademi bireysel çalışmayı gerektiren bir alan olmasından dolayı laboratuvardan ve kütüphaneden çıkamadığınızı göreceksiniz. Bu da çevrenizin genişlemesini engelleyen bir unsur olarak karşınıza çıkabilir. Bu konuda yapılabilecek en iyi şeylerden biri kongrelere gitmek. Sizin alanınızda çalışan insanlarla oralarda tanışma imkanı bulursunuz. Teknolojiden faydalanabilirsiniz. Örneğin okuduğunuz makalelerin yazarlarına e-posta atarak sorular sorun. Twitter hesabı açın. Akademisyen kimliğinizle sosyal medyada bulunun. Zamanla sizin konunuzla ilintili insanlar sizin isminize aşina olmaya başlar. Bu sayede normalde tanışma imkanına sahip olamayacağınız insanlarla tanışırsınız ve karşınıza ilginç fırsatların çıktığını görürsünüz.
Tez yazmak
Hocanızla yaşadığınız uzun süreli “seviyeli” beraberliğin meyvesidir tez. “Ben bu işin kitabını yazdım” şeklinde ifade edilen gururun elle tutulur halidir. Bazı alanlarda tez yazmaya başlamakla bitmesi arasında geçen süreye doktora denir. Diğer alanlarda tezin yazılması, yıllarca yapılan araştırmanın sonuçlarının özetlendiği doktoranın son dönemine denk gelir. Tez yazmakla ilgili verebileceğim en önemli tavsiye, yazmak için yeterli zaman ayrılması gerektiği olabilir. Biyoloji tezlerini yazmak için en az 3 ayınızı ayırmanızı şiddetle öneririm. Aksi taktirde yetiştirmek için çekeceğiniz stresin ömrünüzden götüreceği yıllara yazık.
Tez, akademisyenin namusudur. İçindeki veriler zamanla yanlışlanabilir. Bu sorun değil. Fakat teoriler, hipotezler, sonuçlar vs. bir şekilde özgün değilse, yani intihal yapılmışsa işte o zaman akademiye tecavüz etmiş sayılırsınız. Türkiye’de kopyala-yapıştır sektörü gün geçtikçe büyüyor. İnsanlar kandırılıyor, haksız dereceler ve haklar elde ediliyor. Yüzmeyi öğrenmeden dalgıçlığa merak saran onlarca insan… (Gerçi, tezini yazacağız diye öğrencileri dolandıran firmalar da varmış. Dinsizin hakkından imansız geliyor belki de.) Bu konuda üniversiteler ve YÖK ne yapıyor?
Doktora sonrası hayat
Doktora sonrası akademik hayat hakkında sayfalarca makale yazabilecek onlarca akademisyen dururken henüz 3 aylık tecrübeme dayanarak size bilmişlik taslamak haddime değil. Fakat doktorayı da kapsayan yüksek öğretim hayatım boyunca edindiğim tecrübe ve yeteneklerin kariyer hayatımdan ziyade günlük hayatıma kattıklarına dair düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Bilim, nesiller boyunca doğayı anlamak, etrafında olup biteni açıklamak, doğrulara ulaşmak, insanı ve çevresini daha iyiye taşımak amacı ile bilgi birikimiyle ilerleyen belki de insanlığın en değerli ve anlamlı uğraşıdır. Kesin olarak tarafsızlığı ve eleştirel düşünceyi gerektirir. Ulaştığı sonuçlar belli bir disiplin içinde yapılmış deney ve gözlemlere dayanır. Önceden doğru kabul edilen olguların yanlışlanabilmesi doğası gereğidir ki bu özelliğiyle dogmatiklikten çok uzaktır. Bilim yapabilmek için bilimin bu özelliklerini edinebilmek ve uygulayabilmek gerekiyor. Bilimden nasibinizi yüksek lisans ve doktora yaparak aldıkça da bu özelliklere kavuşuyorsunuz. Milli, dini veya ailevi eğitimden edindiklerinizi bir kenara koyup tarafsız bir şekilde doğruyu aramanın kıymetini anlıyorsunuz. Yanlış düşündüğünüzü fark ettiğinizde, düşüncenizi değiştirmenin “kişiliksizlik” ya da “zayıflık” olduğunu kabul etmeyi bırakıp, olması gereken davranış biçimi olduğunu fark ediyorsunuz. Hacıyı, hocayı, partiyi, lideri, atayı, ecdadı dinlemeyi bırakıp deneye, gözleme ve birincil kaynaklara kulak vermeye başlıyorsunuz. Size sunulanı sorgulamayı öğreniyorsunuz. İnanmaktan ziyade, zahmetli olsa da, araştırıp öğrenmeyi tercih ediyorsunuz. Fikriniz hür, vicdadınız hür, hayatınızdaki en hakiki mürşit ise ilim oluyor. Doktora, sizi bu açılardan olgunlaştıran hayatınızın önemli bir dönemi olarak anılarınızda yerini alıyor.
“Hayatta önemli iki karar var; eş ve iş seçimi” derler. Doktora, iş seçimini derinden etkileyen bir dönem olduğu için hayatınızın geri kalanında etkisi olacağı şüphesiz. “İş seçimini üniversiteye girişte yaptım” diyenleriniz olabilir. Fakat hayat hiç de öngörüldüğü gibi gitmeyebiliyor. Öğrenim süresi boyunca kendinizi daha iyi tanıyorsunuz. Bu sırada istekleriniz değişebiliyor. Karşınıza farklı fırsatlar çıkabiliyor veya değişik iş olanaklarının farkına varabiliyorsunuz. Doktora, sancılı, riskli bir o kadar da eğlenceli ve heyecanlı bir dönem. Bu süreçte başınıza ne gelirse gelsin, derecenizi aldığınız taktirde, birçok fırsat kapısını açmanız için gereken anahtarı elinize almış oluyorsunuz. Hayırlı olsun. Artık sizi durdurabilene aşk olsun.
Yorum Ekle