Dört mevsim karla kaplı bir zirveye sahip olan 5137 metre yüksekliğindeki aktif yanardağa tırmanmak ve kamp kurmak amacıyla dört gün önce kampüsten yola çıkan bir grup dağcı tırmanışı tamamladıktan sonra çok az insanın yaşayabileceği bu tecrübeyi ölümsüzleştirip, instagram efektleriyle süsleyerek takip edenlerin beğenilerine sunmuştu. En son foursquare’de “Donmadan dönüyoruz :)” mesajını, zirveyi etiketleyip paylaştıktan sonra bir daha kendilerinden haber alınamamıştı. Jandarma, sivil savunma müdürlüğü ve AKUT ekiplerinin yoğun çalışmaları sonucu gruba son mesajlarının 3 gün sonrasında ulaşılabildi. Kurtarma ekipleri gruba ulaştığında fırtınasız açık bir günün sabahıydı. Grupta her hangi bir kayıp bulunmamakta, üstelik -30 dereceyi bulan sıcaklığa maruz kalmış gibi değillerdi.
“Dönüşte büyük bir fırtınaya yakalandık, görüş mesafesi sıfıra indi. Ele ele tutup yürümeye çalıştık. Göz gözü görmediği için çok yavaş yol aldık ve hava karardıktan hemen sonra bir dağ evi gördük. Aramızda korkanlar olsa da buraya girip soğuktan korunmaktan başka bir şansımızın olmadığını biliyorduk. Kapıyı birkaç kez çaldık. Ancak bir tepki gelmedi, zaten gelecek gibi de değildi çünkü evde birinin olduğuna dair bir veri yoktu, zifiri bir karanlık vardı. Zorlayarak girmeye karar verdik. Birkaç denemeden sonra ahşap kapıyı açmayı başardık. Kapı açılır açılmaz içeriden iğrenç bir koku geldi. Bu tiksindirici kokudan rahatsız olup içeri girmek istemedi çoğumuz, açıkçası ben de tereddüt ettim. Yanıma bir arkadaşımı alıp bir elimizde çakılarımız diğer elimizde fenerle içeri girdik. Girer girmez sağ ve solda birer kapı gördük, biri lavabo, diğeri mutfağa açılıyordu. Buzdolabında tamamı küflenmiş ve tanımayacak halde yiyecekler vardı. Dolapları kontrol ettik, zulalanmış konserveler olduğu gördük ki bu bizi sevindirmişti. Ancak hala bu berbat konunun kaynağını anlayamamıştık. Bu nedenle yerlerde ölmüş hayvan leşleri arıyorduk. Ben fare olduğunu düşünüyordum… Sonra düz ilerleyip pencerelerini seçebildiğim salona doğru ilerledik. Fenerle yere bakarken bir tuhaflık fark ettim. Zeminde ahşap kaplamanın arası kırmızıydı; oysa evin girişinde alışılagelmiş, kararmış talaş çimentosu, ilgi çekmeyecek sıradanlıktaydı. Feneri yerden daha ileri doğru yönelttiğimde bu kırmızı rengin parke aralıklarının dışına taştığını gördüm. Arkadaşıma “kötü bir şey görmeye hazır ol!” deyip devam ettim; ikimiz de hazırdık. Neyse ki cevap için uzun süre beklememiz gerekmiyordu, kırmızının ve kokunun kaynağı da karşımızda uzanıyordu. Çürümeye yüz tutmuş bir cesetti bu. Sakin olmaya çalıştık. Koku dayanılacak gibi değildi. Feneri duvarlara doğru yönlendirdik ancak bir şey yoktu. Cesede yakınlaşıp incelemeye karar verdim. Sonra vazgeçtim. Bunun bir faydası yoktu. Arkadaşlarımız kapı girişinde beklerken dedektifçilik oynayamazdık. Onları bu eve girmeye nasıl ikna edeceğimizi tartışmaya başladık sessizce. Dışarıda kalırsak öleceğimiz kesin gibiydi. Dışarı çıkıp “bir iyi bir de kötü haberimiz olduğunu söyledik”. Grup hep bir ağızdan kötü olanı öğrenmek istedi. İçerde bir cesedin olduğundan bahsedince ağlamaya başlayanlar oldu. Muhtemelen ben de şu saatlerde akşam yemeğimi yemiş ve henüz yeni indirdiğim Breaking Bad’in dördüncü sezonuna başlamanın keyfini sürecektim yanı başımdaki sıcak çayımla. Sonra kendime gelip gür bir ses ve olumlu bir tavırla “İçerde bir ölü olabilir ama biz yaşayacağız! Çünkü içerde hem yemek hem de ısınacak battaniyeler var!” dedim. O gece isteksizce orada kaldık.
Günün ilk ışıkları evi aydınlattığında hemen hemen herkesin uykulu, yorgun gözleri cesedin üzerindeydi. Anatomiden anlayan yoktu aramızda ama görebildiğimiz kadarıyla bu açık bir cinayetti. Morlukların soğuktan oluşamayacağına hükmettik çünkü mor kısımlarda vücut deforme de olmuştu, kemikleri yerinden çıkmış gibiydi. Her hangi bir ısırık izi de yoktu; ev korunaklıydı, dışarıdan daha sıcaktı ve pencereler sağlamdı, vahşi bir hayvan ihtimalini elemek kolaydı. Dışarıda fırtına devam ediyordu. Evde kalmamız akla yakındı ama bu koku ve kötü görüntü morallerimizi bozmuştu. Hayatta kalmak için üstesinden gelmemiz gereken bir durumdu bu. Cesetten kurtulmamız gerektiği düşünen arkadaşlarımız vardı. Hala mantıklı düşünenler bu evin bir cinayet mahalli olduğunu söylediler. Yani hiçbir şeye dokunamazdık. Aramızdan biri “Ya bizi suçlarlarsa?!” dedi. Olay mahallindeki hiçbir şeye dokunmazsak bizi suçlamalarının mümkün olmadığını anlatmaya çalıştık. Evde 3 gün boyunca kaldık. Son kullanma tarihlerine aylar kalmış konservelerle doyurduk karnımızı. Dördüncü günün sabahı güneş göründü, parlak ve sessiz bir hava vardı. Ev içindeki iğrenç görüntüye alışmıştık artık; şömine, pencere, sehpa ve ceset… Adaptasyon kabiliyetimizin sınırlarını görüyorduk. Toparlanıp yola koyulduk ve 1 saat olmadan jandarma ile karşılaştık”…
(Polisler, olay yerine ulaşır).
“Saçlar yanmış, kafa derisi de muhtemelen. Çürümenin bu bölgede yoğunlaşması, koruyucu derinin çürüme başladığında zaten ortada olmadığını gösterir. İşin tuhaf tarafı şöminenin tam kuzeye bakması. Oysa yanıklar sadece kuzey batıya bakan kafa bölgesinde yoğunlaşmış. Yani cesedin şu anki kuzeyi yanmamış, oysa şömine hala kuzeyde!”
– Stajyer: Jeolojiyi bırakıp kriminalci olmak nasıl bir şey?
– Yerbilimci Hafiye: Aynı şeyler!
– Bu işte bu kadar başarılı olmanın sırrı bu mu yani?
– Doğanın işlediği cinayetleri çözmek çok daha büyük bir emek gerektiriyor. Hem fotoğraf büyük, hem de zaman. Bazen ortada delil bile kalmıyor! Çünkü doğa, cinayetleri sonrasında hayata devam ediyor, hiçbir şey olmamış gibi! Koca bir türü yok ediyor, ondan çok daha güçsüz ve çelimsiz ama tamahkar bir türü sahneye çıkartıyor. Yani şu an uğraştığımız işler, doğayla karşılaştırıldıklarında değişkenleri oldukça sınırlı olaylar.
– Peki nasıl oluyor? Olayları nasıl çözüyordunuz yerbilimlerinde? Milyonlarca yıldan filan bahsediyorlar, bu uzun süreleri aklım almıyor.
– Öncelikle olayı tanımlaman gerekiyor. Yani bir farkındalık lazım. Sonra izlerini arıyorsun. Arazi çalışması sırasında en çok kullanılan yöntemler göreceli tarihlendirme tekniğidir. Göreceli tarihlendirme, iki olay arasında hangisinin daha önce gerçekleştiğine dair bir çıkarımdır ve kaya tipine göre farklı yöntemler kullanılarak yaklaşımda bulunulabilir ancak amaç aynıdır: “olayları sıraya dizmek”; yani jeokronoloji. Olayların oluşum sırasını anlayabilirsek çözüme giden yolu yarılamış olacağız. Mesela ağaçların büyüme halkalarından tarihlendirme yapılıyor ya (dendrokronoloji), onun gibi.
– Evet, onu biliyorum.
– Daha birçok tarhilendirme yöntemi var. Mesela eğer kayalar magma kökenli yani magmatik kayalarsa, bu malzemenin kaynağı yerdedir. Yani yerkabuğunun derinliklerinden yukarı doğru yükselirken çevredeki kayaları keser ve/veya pişirirler. Çünkü yerkabuğu bu kayalardan soğuktur. Buna da kesen-kesilen ilişkisi deniyor. Magmatik kaya sıcak olduğundan soğuk kayaların devamlılığını sonlandırıp onları “keser” (şekil 1).
– Hımm…
– Bu durumda kesen kaya -yani magmatik kaya- mı yaşlıdır, yoksa kesilen soğuk kaya mı?
– Elbette kesilen kaya daha yaşlıdır, çünkü bir şeyin devamlılığının bozulması için daha önce de orada olmalıdır.
– Kesinlikle! Eğer olay yerindeki kayalar sedimanter yani çökel kayalardan oluşuyorsa…
– Bir dakika, çökel kaya ne? “Sedi..” ne?
– Çökel kayalar, var olan kayaların yağmur, kar, rüzgar gibi atmosferik olaylardan etkilenerek kırılıp, parçalanıp, taşınıp bir yere çökelmesidir. Taşıma işi karmaşıktır, ancak ön kabulle bu işi aşalım şimdilik. Ha pardon, sadece var olan kayalar değil kimyasal etkilerle de oluşabilir çökel kayalar. Şunu bil yeter: bu kayaları görüyorsan zamanında burada ya da civarda bir göl, deniz, okyanus gibi bir birikme alanı olmalı.
– Tamamdır, anladım.
– Eğer çalıştığın alan bu çökel kayalardan oluşuyorsa “alt-üst ilişkisi” dediğimiz basit bir yöntem kullanılır. Çökel kayalar tabakalardan oluşur. Bu tabakalar renk, boyut ve içerik olarak farklı olabilirler. Ki farklı olduklarında onları daha kolay tanımlarız. İşte bu tabakaların en altta olanı en yaşlı, en üstte olanı ise en genci yani en son çökelmiş olanıdır.
– Nasıl yani?
– Peki, internetten anlatayım. Şunu görüyor musun (Şekil 1)?
– Pasta mı!?
– Evet, katlı pasta :) En alt katı görüyorsun di mi?
– Eee?
– İşte o en alt kat pastanın zemini. Yani pastayı yapan oradan başlamış olmalı işe; ters çevirmediyse! En üstteki fındıklı seviyeyi görüyor musun? İşte orası da pastanın en son yapılan bölümü.
– Bu güzel bir örnek.
– Bu tabakların zamanla ilişkisini ilk fark eden İbn-i Sina.
– Ya o tıp ile ilgilenmiyor muydu?
– Dahiler çok yönlü insanlardır, Da Vinci mesela. Bu adamlar bilimde sınır görmemişler. Her yönde buluşları var. Neyse alt-üst ilişkisi dediğim olayı kurala bağlayan kişi ise Nicolas Steno. “Superpozisyon ilkesi” demiş, 17.yüzyılda; İbn-i Sina’dan 600 yıl sonra!
– Vay be! Anlayamadığım burada nasıl işimize yarayacak bu bilgiler?!
– Bitmedi henüz. Bir şeyi kırabilmen için onun var olması ve katı olması gerekir değil mi?
– Evet?
– Şimdi ben bu pastayı bıçakla kesmeye karar verirsem tüm tabakaları kesmiş olacağım di mi? Ama eğer ilk üç katı yaptıktan sonra kesmiş olsaydım henüz yapmadığım 4. ve sonraki katlar bu kesilmeden etkilenmeyecekti.
– Ee haliyle öyle.
– İşte bu, jeolojide olayları sıraya sokma konusunda çok değerli ve basit bir yöntemdir.
– Mantıklı evet.
– Şimdi sen ayak tarafına geç, ben de omuzlardan çevirelim. Bir, iki, üç!
– Aman Allah’ım!
– Makas hedefi 12’den vurmuş anlaşılan.
– Katilin tek amacının öldürmek olduğunu konusunda bir şüphem kalmadı.
– Maalesef öyle görünüyor.
– Evet, yanmış kafa,, saç ve derisi, makas ve kan elimizdeki malzemeler.
– Hayır, ahşap zemin, makas, kan, şömine, cesedin açısı ve…
– Ve?
– Şu yerdeki çiziği görüyor musun?
– Evet?
– Doğrultusuna dikkat ettin mi?
– Yani?
– Doğrultusu cesedin doğrultusuna dik!
– Ee?
– Makasın arka bölümü görüyor musun?
– Sanırım anlamaya başladım.
– Aslında bu bir düz çizgi yani doğrultu değil. Bu tamamı çizilememiş bir yayın parçası gibi .
– Yani makas saplandıktan sonra ceset döndürülmüş mü?
– Öyle görünüyor. Ya da en azından kan kaybından ölmeyi yanarak ölmeye tercih etmiş de olabilir. Eğer katil, sadece saçlarını ateşe vermek gibi tuhaf bir karara varmamışsa…
– Zor bir olay bu.
– Çözümlemeye başlayalım. Ahşap zemin olayın geçtiği yer, yani olay gerçekleşmeden de buradaydı ve olay bunun üzerinde cereyan etti; pastamızın zemini. Katil makası saplıyor, kadın yere, şöminenin önüne düşüyor ya da fırlatılıyor. Saçları alev alıyor, yanmamak için göğsündeki makasla birlikte çabalıyor ve kurtulmak için açısını değiştirmeye çalışıyor. Açının devamlı olmamasının nedeni bu çaba. Her hareketinde makas daha da içeri batıyor.
– Fena değil. Neden şöminenin önünde neredeyse hiç kan yok?
– Dedim ya, eğer çabalamadan düşünebilse makas vücuda tam saplanmış olmayacaktı. Ancak sen de biliyorsun ki yanan bir insan çok mantıklı düşünemez hatta düşünmeden refleksleriyle hareket eder diyelim.
– Biraz kurgusal olsa da mantıksız değil.
– Jeoloji penceresinden bakalım. Zemindeki çizik şu dantelli bez tarafından örtülmüş, cinayet mahalline sonradan bir müdahale olmadığını varsayarsak. Onun üzerine de sehpa düşmüş. Ve bunların üzerinde de kan var. Yani önce çizik oluşmuş, sonra maktul muhtemelen kendini çekmek için sehpayı kullanmış. Sehpa düşmeden önce eğim kazanmış ve yüksek olasılıkla üzerindeki dantelli bez yere düşmüş, sonra da sehpa. En son da oluk oluk akmaya başlayan kan bunların üzerinden geçerek ahşap zemini ve aralıkları kırmızıya boyamış.
– İşte bu gerçekten mantıklı bir hikaye oldu.
– Bunlar sadece göreli karşılaştırmalar. Şimdi daha etkin ve rakamların başrol oynayacağı bir çalışmaya geçeceğiz. Ve bu bize maktulün gerçekten neler yaşadığı hakkında bilgiler verecek.
– Evet örneklemeye başlayalım.
– Doktor Işıl’ın gelememesi kötü oldu. Örnekleme yapmadan önce onun da bu cesedi görmesinde fayda var. Daha önce bu kadar deforme bir ceset görmemiştim. Şimdilik maktulün yakınlarına ulaşmaya çalışalım. Işıl incelemesini yapar yarın.
– En yakın köyde incelemelerde bulunmuş arkadaşlar. Maktulün yakını yok bu çevrede. Sanırım töre kurbanıymış, ailesi red etmiş. Uzun zamandır yalnız yaşadığını söylüyorlar. Yani aslında buralara sonradan göç etmiş.
– Bu bilgiyi vermek için neyi bekliyordun?
– Zaten cinayet en büyük ihtimal olduğu için üzerinde durmadım.
– Gerçeğe, doğru ve eksiksiz bilgilere ulaşılır. Töre, olayın cinayet olma ihtimalini kat be kat artırır. Neyse, akrabalarına ulaşmak zaman alacak belli ki. Maktulün kimliği elimizde olduğuna göre illa ki birilerine ulaşacağız. Peki, köydekiler başka bir bilgi vermiş mi?
– Fazla bir bilgi yok. Kadın çarşaflıymış, bu yüzden fiziksel özelliklerine dair bilgiye ulaşmak pek mümkün değil. Ancak sekerek yürüdüğünü söylemişler.
– Güzel, yarın devam edelim…
(Ertesi gün)
– Daha önce böyle vahşi bir cinayet gördün mü Işıl?
– Hiç görmedim, muhtemelen görmeyeceğim de. Ama eğer vahşi olduğu fikrine şu deforme olmuş kemiklerden ulaşıyorsan yanlış alarm; çünkü bu görüntü, ileri bir Proteus Sendromu vakası gibi duruyor!
– “Pro” ne?
– Proteus sendromu. Deri ve kemiklerin orantısız ve tipik olmayan şekilde büyümesine,, asimetrik yapıların oluşumuna neden olur. Ve tam olarak bu cesetteki gibi görünür.
– Yani bu sadist bir cinayet değil mi diyorsun!?
– Emin değilim, üzerinde çalışmalıyım ancak kemik orantısızlığına bakarak evet bu sadist bir cinayet ama katili doğa olmalı! En azından bu vücut deformasyonu uzun bir zamana yayılmış gibi duruyor. Tabii makas hakkında bir şey söyleyemem, o sizin işiniz.
– İşte bu, olayın rengini değiştirir. Belli ki bu olay, yerinde çözülemeyecek kadar karmaşık duruyor. Örneklemeye başlayalım…
(Bir hafta sonra)
– Yerbilimci Hafiye: Şu ton balığından ne zaman bıkarım bilmiyorum.
– Stajyer: Ama güzel yapıyorlar.
– Sorma… Light olanını da denedim vicdanım rahat etsin diye. Ama ne fark ettim biliyo musun? Tadı veren yağıymış.
– Hahaha! Her zaman öyledir… Dağ evi olayında bir gelişme var mı? Işıl, katkı yapabildi mi?
– Işıl ile çalıştık ve bir hastalığın ürünü olabileceği fikri oturmaya başladı.
– Nasıl yani? Tüm olaylar hastalıkla ilgili?
– Kriminal incelemelerde ikinci bir kişinin varlığına delil oluşturabilecek bir bulguya rastlayamadık şu ana kadar.
– Bu gerçekten çok şaşırtıcı. Senin jeolojiden ne haber? Burada bir katkısı yok mu?
– Var tabii ki! Ama direkt değil, dolaylı olarak. Sana göreceli tarihlendirmeden bahsetmiştim, “alt-üst”, “kesen-kesilen ilişkisi” filan.
– Evet hatırlıyorum.
– Olayları tarihlendirmede daha keskin yöntemler var. 20.yüzyılın hemen başlarında radyometrik tarihlendirme Bertram Boltwood tarafından geliştirildi. Yani sayılara dayalı tarihlendirmeler yapmak mümkün. Her geçen gün bu tarihlendirmelerin sayısı artıyor. Radyoaktif özellikteki elementlerin yarılanma ömürleri dikkate alınıyor.
– Nasıl yani?
– Radyoaktiviteyi hatırlıyor musun liseden? Hani bazı elementlerin izotopları vardı. Yani atom numarası aynı, kütle numarası farklı olan atomlara izotop deniyordu. Radyoaktif izotoplar da zaman içinde başka bir elemente dönüşüyordu.
– Tamam tamam hatırladım.
– İşte eğer bu değişim dikkatli bir şekilde izlenebilirse tarihlendirme yöntemi olarak kullanılabileceği anlaşılmıştı uzun on yıllar önce. Örneğin elimizde 100 g K (potasyum) atomu var, belli bir zaman sonra ortamda 50 g K, 50 g da Ar (argon) elementi oluşuyor. Yani K miktarı belli bir sürede yarıya inip daha önce ortamda olmayan Ar atomuna dönüşüyor. İşte bunun için gereken süreye yarılanma ömrü deniyor. Bu süre her radyoaktif izotop sistemi için farklı oluyor. Örneğin, K/Ar sistemi için yarılanma ömrü 1,3 milyar yıl.
– Şaka mı bu?
– Hayır, bu süreç yaşam sürelerimize oranla oldukça yavaş gerçekleşiyor. Mesela Rb/Sr sisteminde yarılanma 48 milyar yılda gerçekleşiyor! Yani 100 g Rb (rubidyum) atomundan 50 g Sr (stronsiyum) üretebilmek mümkün olmadı evrenin başlangıcından beri.
– O halde, hesaplara dayalı bu sistemlerin çalışması.
– Evet, radyoaktif sistemi çözmek için yarılanma ömürlerini beklememiz gerekmiyor. Mesela bazı izotoplar için bu süre daha kısa. Örneğin radyokarbon (Karbon-14) yönteminde yarılanma ömrü 5730 yıldır. Bazı izotoplar ise saniyenin milyarda birinden daha kısa sürede yarılanıyor.
– Peki, radyometrik tarihlendirme nasıl kullanılıyor yerbilimlerinde?
– Her mineral, basit ya da karmaşık bileşikler oluşturur. Bu bileşikler içerisine radyoaktif izotoplar da girebilir. Örneğin biyotit mineralini oluşturan elementlerden biri de potasyum (K)’dır. Dolayısıyla K/Ar tarihlendirme metodu biyotit minerali için kullanılabilir. Burada önemli nokta mineralin kapanım sıcaklığıdır.
– Kopmaya başlıyorum, elementler, bileşikler, radyoaktivite…
– Yok yok çok basit gerçekten. Ön yargısız dinle. Mineral oluşması için onun katılaşma sıcaklığının altında olması gerekir değil mi?
– Bilmem!
– Peki, buzun oluşması için belli sıcaklığa ihtiyacımız var değil mi?
– Evet, normal koşullarda 0 °C.
– Yani buz kristallerinin oluşum sıcaklığı 0 °C ve aşağısıdır. Mineral kapanım sıcaklığı da buna benzer; tam olarak bu değildir elbet, ama ön kabul yapabilirsin.
– Biraz daha açar mısın?
– Tamam. Mesela U(uranyum)/Pb(kurşun) tarihlendirme yöntemi için zirkon mineralinin kapanım sıcaklığı 800-1000 °C civarındadır. Yani 800 °C’nin altında zirkon kapılarını kapatır ve artık zirkon minerali içine U girmesini kabul etmez. Yani kapanım sıcaklığının altında sistem artık kapalıdır; dışarından giriş ve içerinden çıkış kabul edilmez. Maç saati geldiğinde stad kapıları kapanır, içerideki seyircilerle maç başlar; kapanım sıcaklığına ulaşıldığında mineral kapanır içerideki U (uranyum) ile radyometrik saat çalışmaya başlar. Yani mineral kapandığında radyometrik saat 0’dır. Örneklediğin kaya içerisindeki zirkon mineraline U/Pb tarihlendirme yöntemini kullanır ve söz gelimi 43 milyon yıllık bir yaşa ulaşırsan bu sana şunu söyler: bu kaya 43 milyon yıl önce 800-1000 °C sıcaklığındaydı. Yani en son 43 milyon yıl önce 800 °C’ye indi. 44 milyon yıl önce ise henüz mineral kapanmamıştı, sıcaklık 1000’lerin üzerindeydi; maç başlama saati gelmemiş seyirci girişi (uranyum) devam etmekteydi… Her tarihlendirme yöntemine göre her mineralin kapanım sıcaklığı farklıdır. Farklı olması güzel bir haber çünkü bu durum, kayanın başından hangi sıcaklıkta neler geçtiğinin kaydedilmesi anlamına gelir. Neyse ki tabletim yanımda, şu şekile bakalım (şekil 2).
– Sanırım anlamaya başlıyorum.
– Şunu bil yeter: mineral kapandığı anda radyometrik saat sıfırlanır, yani 100 birim U ve 0 birim Pb vardır. Mineral kapanım sıcaklığına indiği andan itibaren U azalmaya, Pb ise artmaya başlar. K/Ar ve Rb/Sr yönteminde de böyledir. Mineral kapanım sıcaklığına indiğinde Rb azalmaya, Sr artmaya başlar; K azalmaya, Ar artmaya başlar. Yani artan (=doğurulan) elementlerin nedeni, zaman içinde azalmaya başlayan radyoaktif (=doğuran) izotoplardır.
– Tamam oturdu kapanım sıcaklığı kavramı. Peki niye bu kadar çok tarihlendirme tekniği var?
– Çünkü hemen hemen hepsi ayrı amaçlar için kullanılır. Örneğin bir kayanın kristallenme sıcaklığı zirkon minerali U/Pb yöntemi ile anlaşılabilir. Şöyle açıklayalım, eğer cesedimiz bir kaya olsaydı U/Pb yöntemi ile zirkon mineralinden elde edilecek yaş cesedin doğduğu zamanı verirdi. Bizim cesedimiz için bu yaş 43.
– Nasıl bir yaklaşım bu böyle!
– Mesela kaya kristallendi -yani kaya oldu- sonra üzerinden başka bir olay geçti (şuna deformasyon diyelim), bunun izlerini görüyoruz ama ne zaman gerçekleştiğini merak ediyoruz. Kayalar derinlikte oluştuktan sonra levha hareketlerine bağlı tektonik etkilerle deforme olabilirler. Mesela ülkemizde bu tür örneklere sıkılıkla rastlarız. Az önce 43 milyon yaşında, yaklaşık 1000 °C derece sıcaklığında kristallenmiş örneğimize geri dönüp bu kez hornblend minerali üzerinden Ar/Ar yöntemini kullandırarak tarihlendirelim. Hornblend mineralinin bu yöntem için kapanım sıcaklığı 450-550 °C derece arasındadır. Elde ettiğimiz yaş 26 milyon yıl olsun.
– Yani gayet normal değil mi? Sonuçta kaya soğuyor?
– Kaya soğuyor ama normalde kayanın 500 °C kaybetmesi için ortalama 100 milyon yılın geçmesi gerekiyor. Bizim ulaştığımız sonuca göre 17 milyon yılda (43-26=17) bu sıcaklığı kaybetmiş. Dolayısıyla yaklaşık 6 katı hızla soğumuş, yani anormal bir şeyler gelmiş başına; deforme olup yerkabuğunun içinde hızlı bir şekilde yükselmeye ve soğuk alanlara ulaşmaya başlamış. Analojiye devam edersek, 43 yaşındaki ölmüş kişinin doğumundan 17 yıl sonrasına kadar bir zamanda deforme olmaya yani hastalığının etkilerinin ortaya çıktığını gösterir. Söz gelimi ceset 17 yaşında iken hastalığın etkilerini hissediyordu.
– Yok artık!
– Aynen. Sıcaklık aralıklarını daraltacak yöntemleri tercih ederek hikayeyi daha ayrıntılı bir şekilde aydınlatabiliriz. Yine Ar/Ar yöntemini bu kez biyotit mineraline uygulayarak 250-350 C sıcaklığa ne zaman ulaştığını anlayabiliriz bu kayanın. Bu değer de 10 milyon yıl versin. Yani ölümünden 10 yıl önce (33 yaşında) de hastalığının etkileri sürmekteydi. Nereden biliyoruz?
– Çünkü 500 °C’lerde iken kaya 17 idi. Aradan 16 (milyon) yıl geçtikten sonra 33 yaşında 300’lü derecelere inmişti. Oysa bu sıcaklığa normal yollardan inmesi için yaklaşık 50 milyon yıl gerekliydi.
– Harika! Yani vücudundaki deformasyonun hızı bu dönemde azalsa da devam etmişi. O halde hayatının son dönemi bu olayın bir cinayet mi yoksa kaza mı olduğunu bizlere anlatacak.
– Dur bi saniye tahmin edeyim. 100 derece ve altının yaşını verecek bir yöntemi kullanacaksın, di mi?
– Kesinlikle! Kaya yüzeye daha çok yaklaştıkça sıcaklığı düşecek ama hangi koşullarda? Bunun için, ayrıntılara girmeden kıvrılacağım Fizyon İzi (Fission Track) yönteminden faydalanacağız. Apatit minerali bu yöntemde yaklaşık 100 °C civarında kapanıyor. Ve sonuç….
– Eveet?
– Sadece 4 milyon yıl! Yani sadece 6 milyon yıl (10-4=6) içinde 200 °C sıcaklık kaybına uğramış! Bu da deformasyonun azdığına işaret edebilir.
– Yani cinayet değil mi?
– Akrabalarından elde ettiğimiz bilgilere göre kadın uzun zamandır bu hastalığın pençesindeymiş. Işıl’ın yaptığı çalışmalara göre de bu kadının bu bacaklarla normal yürümesi mümkün değil! Dolayısıyla yürüme sıkıntısı çekiyordu ve muhtemelen düşerek öldü.
– O halde şöminenin önünde kan olmayışının nedeni anlaşılmış oldu. Düşerken makas göğsüne saplanmış olmalı. Ateşle mücadele ederken de daha çok saplandığı için kadın kendi kendini öldürmüş.
– Evet, öyle görünüyor. Analojiyi kenara bırakırsak, kriminal incelemelerle olayın bir cinayet olmadığını ve eski maktulümüzün aslında kendi ölümünden sorumlu olduğunu sonuç raporuna yazdık.
– Peki, bu tarihlendirmeler gerçekten bir gün tıpta da uygulanabilir mi?
– Muhtemelen kullanılacaktır. Hatta hangi yaşta başımıza neler geldiğinin izleri vücudumuzda saklandığı yerden çıkarılacaktır.
– Bilim bunları yaparken sosyal olarak bir adım ileri atamamamıza ne demeli? Nihayetinde törenin yalnızlığa terk ettiği kadının bu hastalıkla savaşması çok da mümkün değildi.
– Yeni ama yine yazık oldu.
Yorum Ekle