1993’te Nebula En İyi Roman Ödülü’nü alan Kim Stanley Robinson’un Kızıl Mars’ı insanın kaderini “coğrafyası”ndan bağımsız ele alıyor. Ancak başlığımız, girişimiz, her birisi bir kitap incelemesi gibi dursa da biz o kitap üzerinden insanın kaderinin değişmezliğini sorgulayacağız.
Bir gün Dünya’yı bizler için yaşanabilir kılan her şeyi kaybedersek? Tüm enerji kaynaklarını tüketir, soluk alabileceğimiz güzel bir hava, içebileceğiniz temiz bir su bulamazsak? Dünya bizim için bir ev olmaktan çıkıp gövdesinde bizi barındıramayacak hale gelen, atıl bir küre haline gelirse?
Eğer bugüne kadar yaşadığımız gibi yaşar ve gezegenimize bilinçsizce saldırırsak bunlar pek de ihtimal dışı değil. Ancak bizlerin dünya’dan terk-i diyar eylememize neden olacak sebepler sadece bunlar olmayabilir.
Coğrafi keşifleri düşünün. Onlar olduğunda toprak herkesi doyurur, kuşlar herkesi mutlu eder, koyunlar etiyle sütüyle insana yeter haldeydi. Atalarımızdan bize miras kalan en önemli güdülerden birisi olan merak, yaşadığımız topraklar dışındaki diyarları bize bulmayı emretti. Fakat bir adım sonrasında sanayi devrimi ortaya çıktı. Kaynaklar yetmedi. Kazanç arzusu dinmedi. Daha çok kazanç için daha çok insangücü köleliği, maden ve toprak sömürüyü doğurdu. Belki de bu yüzden, tarihin bir tekerrürü olarak, bir süre için Dünya’nın yaşadığımız tek gezegen olacağını, ama bu güzide gezegenin başka gezegenlerden taşınmış maden ve malzemelerle bina edilip giderek ağırlaşacağını söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz ay keşfedilen Kepler 22-b gibi, yeni gezegenler keşfettikçe merak güdümüzün heyecanlı doğasını harekete geçiriyor ve doyuruyoruz. Bundan bir kaç on yıl, belki de bir kaç yüzyıl sonra bugün merakımızı dindirip heyecanımızı dizginleyen bu gezegenlerin bizler için yeni birer ev olup olmayacağından emin değiliz.
Geleceğe dair bilim kurgular zaman zaman insanların galaksideki yirmi beş milyon gezegene yerleştiği tablolar çizerler. Hatta Asimov’un evreninde insanlar yayılmaya hangi gezegenden başladığını bile bilmemektedirler. Tıpkı bizim bugün atalarımızın izlerini ve genlerini takip ederek onun tam olarak nereden çıktığını anlamaya çalıştığımız gibi, onlar da güneş sistemi, Alpha Centauri ya da Vega üzerinde yoğunlaşırlar. Türümüzün yüz yıl sonrasını bile tahmin edemediğimiz bir zamanda eğer hala hayatta kalmayı başarabilirsek bir milyon yıl sonra nerede ve nasıl olabileceğimize dair hiçbir yüksek ihtimalli öngörüde bulunamıyoruz. Olası seçenekler arasında en kuvvetlisi dünyadan göçüp gideceğimiz üzerine…
Bu oldukça anlaşılır bir seçenek. İnsan ortaya çıktığından bu yana hep yayıldı. Önce çevresini, sonra karşı kıtalarını, sonra tüm kıtaları, ayı, venüsü, marsı derken, şimdi güneş sistemi dışındaki gezegenleri de keşfeder oldu. Daha önce yaptığı gibi bir gün oralara da gidip yerleşebilecek.
Bu noktada insanın aklına Matrix üçlemesinin ilk filminde Morpheus’un beynini yıkamaya çalışan ajanın söyledikleri geliyor:
“Sadece insanlar ve virüsler, kaynaklarını tüketerek sürekli bir yayılım gösteriyorlar”
Belki de bu yüzden kolonileştirmenin ve dolayısıyla dünyalaştırmanın “maddi” koşullarının yanında bir de “manevi” koşulları var.
Dünyalaştırmanın “maddi” dinamikleri
Tüm canlılar çeşitli ihtiyaçlar içerisindedir. Bu ihtiyaçların bir kısmı canlılığın kendisiyle birlikte var olurken, canlılığın sürdürülebilmesi için gerekli enerji alınan besin kaynaklarıyla temin edilirler. Canlılar, besin kaynaklarından enerjiyi ve yapıtaşlarını elde eden ve sürekli çalışan bir sistemdir. Bu enerjiyi oluşturan sistemlerin idamesi için gerekli bazı yapı taşları da dışarıdan yeme, soluma vb. yollarla elde edilirken, çalışma için gerekli ortam koşullarının da kesin olarak varlığı gerekir. Yerçekimi, sıcaklık, radyasyon, ışık vb. ortam nitelikleri ve enerji biçimleri canlılığın sürdürülmesi için uygun olması gereken bazı ortam koşullarını ifade eder.
Yüzlerce yıl sonrasına ait bir atasözü söylemeye çalışsa idik, “Her tür, kendi gezegeninde sağolsun!” der miydik?
Bence derdik… Canlıların gelişim ve değişinim süreçleri o gezegenlerin fiziki koşullarına bağlı olduğundan, canlılar “kolonileşmek” için ilk olarak kendi gezegenlerine tıpatıp benzer gezegenleri seçerdi herhalde… Bu arada; kolonileştirmenin tanımını da yapalım: Bir canlı türünün, ya da o canlıya ait özel, sınıflanmış, ayrık bir türün (millet, ırk, cinsiyet vb.), herhangi yeni bir yaşam alanına göç ederek, oradaki varlığını kalıcı hale getirmesi işlemine kolonileşme / kolonileştirme adı verilir.
Osmanlı’nın zorunlu göç politikaları ile hiç müslüman bulunmayan bölgeleri müslümanlaştırması, İngiltere’nin, Fransa’nın Afrika’yı, Asya’yı, Avustralya’yı sömürgeleştirmesi vb. tarihi ya da siyasi olaylar insanların kıtalararası ya da bölgelerarası kolonileşme gayretlerine örnek gösterilebilir. Ancak kültürel olarak farklılıkların azaldığı, sermayenin, insanın ve hammaddenin sınırlar arasından kolaylıkla geçtiği, toprak savaşlarının büyük ölçüde sona erdiği çağımızda, “kolonileştirme” (İngilizcesiyle colonization) daha çok insan türünün başka gezegenlerde ya da yıldız sistemlerinde varlığı temin altına alacak çalışmalar yapması anlamına gelmektedir. Bugün insanoğlu için kolonileşmenin gerçekleştirebileceği düşünülen dört gökcismi bulunmaktadır: Mars, Jupiter’in dördüncü büyük uydusu Europa, Satürn’ün uydusu Titan ve Ay.
Ay’ın yakın olması bir avantajken yerçekiminin dünya şartlarına göre çok az olması, atmosferinin bulunmaması ve toprağının işlenemez, ya da girişte tanımını yaptığımız üzere “dünyalaştırılması” mümkün görünmeyen yapısı gibi parametrelerle dezavantajlı bir duruma düşmektedir. Ona keza, güneş sisteminde dünyanın ardışık gezegenlerinden olan Mars, uzak olmasına karşın, yerçekiminin dünya şartlarına aya nispeten daha benzer olması, atmosfere sahip olması, toprak yapısının durumu gibi parametreleriyle güneş sistemine ait gezegenler arasında kolonileştirilmeye en uygun aday olarak görülmektedir. Diğer ardışık gezegen Venüs güneşe çok yakın olduğu için çok sıcak olmasının yanısıra, deniz seviyesindeki basıncının dünyanın en az 90 katı kadar olması gibi bazı başka parametereler sebebiyle kolonileştirilmeye uygun görülmemektedir. Satürn ve Jupiter’in uyduları olan Titan ve Europa, içerdikleri su ile kolonileştirilmesi mümkün gökcisimleri arasında yerini alsa da bizlere olan uzaklığı ile Mars’a göre yine de geri planda durmaktadır. Kısacası, insanoğlununu göç edeceği ikinci bir gökcismi varsa ve bu sistemdaşımız olacaksa, “şimdilik” buna en mümkün görünen Mars’tır.
Aşağıdaki tablo Venüs, Dünya ve Mars’ın bir karşılaştırmasını göstermektedir:
Mars nasıl dünyalaşır?
Mars’ın yukarıdaki tabloda verilen değerlerine bakarak yorumlayalım:
Gün: Gün algısı insanların ve bitkilerin biyolojik saatlerinin ana çıtasını oluşturmaktadır. İnsanlar için daha çok psikolojik, bazı hayvan ve bir çok bitki için ise fizyolojik derecede önemlidir. Bir Mars günü, dünyadakine çok yakın olup, 24 saat 39 dakika, 35 saniyedir.
Mevsimler: Mars’ın eksenel eğikliği 25 derece 11 dakikadır ve mevsimselliği ve mevsimlerin toplam yıla oranı eksen eğikliği 23 derece 27 dakika olan Dünya’ya benzerdir. Ancak bir Mars yılı dünya yılının 1,88 katıdır.
Alan: Dünya’dan daha küçük bir gezegen olan Mars’ın yüzey alanı Dünya yüzey alanının %28,4’ü kadardır, ancak hiç su olmadığından toplam karasal yüzeyi neredeyse Dünya’nınki ile aynıdır.
Atmosfer: Mars atmosferinde bizler için hayati önem taşıyan oksijen neredeyse mevcut değildir (%0,13) ve çok büyük bir kısmı karbondioksittten (%95,3) oluşmaktadır. Ayrıca Mars’ın Dünya’ya göre oldukça ince bir atmosferi vardır ve Dünya atmosferinin %0,7’si kalınlığındadır. Bu sebeple güneş radyasonu ve kozmik radyasyonu süzme yetisine sahip değildir. Atmosferi kalınlaştırılmadıkça Mars yüzeyinde özel kıyafetlerle dolaşılma zorunluluğu kaçınılmazdır. Bu sadece bizler için de geçerli değil… Örneğin bir bitki serası kurulsa da sürekli olarak koruyucu bir dış yüzey bulundurulma zorunluluğu vardır.
Su: Mars’ta buz halindeki su varlığı son yıllarda yapılan araştırmalarla kanıtlanmıştır. Mars yüzeyinde buz olarak varlığını sürdüren suyun, Mars’ın ısıtılmasıyla sıvı hale dönüşeceği ve bunun dünyalaştırma eylemine yardımcı olacağı düşünülmektedir. Mars’ta bulunan buzun oldukça yüksek miktarlarda olması ihtimali sevindiricidir, zira kolonileştirme sırasında bu suyun eritilebilerek kullanılabileceği ve kolonileştirmeyi oldukça kolaylaştıracağı varsayılmaktadır.
Yerçekimi: Mars’taki yerçekimi 0,38G, yani neredeyse dünyadakinin üçte biridir. Yerçekimsizliğin insanlarda ciddi fizyolojik sorunlara yol açtığı düşünülmektedir, ancak bilim insanlarının bir çoğu 0,38G’nin insanın alışarak biraz tıbbi yardımla hayatını sürekli olarak sürdürebileceği bir değer olduğu kanısındalar.
Sıcaklık: Mars, güneşten daha uzak olması ve atmosferinin ince olması sebebiyle soğuk bir gezegendir. Mars’ın yaz mevsimi ortalama gece ve gündüz yüzey sıcaklıkları en az -140 oC, en fazla -63 oC’dir. Dünya’daki kutuplarda kaydedilmiş en düşük sıcaklık ise -89,2 oC’dir. Yani Mars’ın en sıcak günü ve yeri ile Dünya’nın en soğuk günü ve yeri arasında neredeyse fark yoktur.
Basınç: Dış basınç, solunum kabiliyetlerini ve kanda çözünmüş gaz miktarını etkilediğinden en az sıcaklık ya da oksijen varlığı kadar canlılığı etkileyen faktörlerdendir. Mars’taki atmosferik basınç yaklaşık 6 mbar’dır. Normal şartlar altında Dünya’daki basınç ise 1013.25 mbar’dır. Dolayısıyla atmosfer kalınlaştırılmadıkça Mars’ta özel alanlar dışında yaşam mümkün değildir ve çalışmalar bu basınç farkını bertaraf edecek özel kıyafetlerle yapılmak zorundadır.
Magnetosfer: Mars’ın magnetosferi çok incedir. Güneş rüzgarlarından gelen radyasyonu yansıtan magnetosferin Mars’ta çok ince olması, Mars’ı radyoaktif bir gezegen haline getirmektedir ve özel kıyafetlerin kullanımını zorunlu kılmaktadır. Ayrıca ince bir magnetosfer, gezegenden uzaya madde kaçışına yol açar.
Bu farklılık ve eksiklikleri giderebilmek için bilim adamlarının kimisi henüz bilim kurgu filmlerini andırsa da mümkün olabilecek bazı fikirleri mevcut.
Mesela oksijen derişimini arttırmak ve beraberinde atmosferi kalınlaştırmak için çeşitli yollar var: Mars’ta yaşayabilecek bir tür plankton ya da bu şartlara uyum sağlayabilecek başka bir çokhücreli bitki Mars’ın atmosferindeki bol karbondioksiti yavaş yavaş oksijene dönüştürerek gezegen atmosferini oksijene bulamaya başlayabilir. Zamanla şu an var olan ama oldukça ince olan ozon tabakasının kalınlaşmasına da sebep olacak bu gelişme diğer yandan atmosferin kalınlaşması ve güneşin zararlı ışınlarının süzülmesine de sebep olacaktır. Basınç da atmosferin kalınlaşması ile birlikte artacak değerlerden birisidir.
Sıcaklığı arttırmak için kullanılacak yollar da gezegendeki bir kaç sorunu birden çözmeye yarayabilir: Gezegen merkezine doğru kazılarak açılacak dev çukurlar Mars’ın halen sıcak olan çekirdeğindeki ısıyı yüzeye daha yoğun şekilde ulaştıracaktır. Daha da güzeli bu taşla vurulan ikinci kuş: Eğer gerçekten dev kraterler açabiliyorsak, yüzeye göre daha sıcak olan kraterin tabanı bizlere ilk yaşam alanlarını sunabilir ve biz de böylelikle yerleşmeye Mars’ın yüksek dağlarındaki manzaralı alanlarında değil, bu çukurlarda başlayabiliriz. Çukurlarda aşağılara indikçe basıncın artacağını söylemeye gerek bile yok.
Kutupların ısıtılması ise farklı sonuçlar verir. Biraz fazla bilimkurgu gibi gelse de uzaya yerleştirilecek dev aynalar sayesinde Mars’ın kutuplarının güneşten aldığı payın arttırılması ve bu sayede kutupta buz halinde depolanmış olan suyun eritilmesi gibi bir fikir de mevcuttur. Su elde etmenin bir diğer yolu ise gezegene hidrojen pompalamak. Zira hidrojen, Mars toprağında bulunan Demir (III) Oksit ile tepkimeye girdiğinde açığa su ve demiroksit çıkarıyor.
Nabza göre “Küresel Isınma”
Dünya’mızda bizlerin sonunu getireceğinden endişe ettiğimiz küresel ısınmaya Mars’ta ihtiyaç duyacak olmamız ne garip bir ironi.
Mars’ta bir sera gazı olan karbondioksitin %95 dolaylarında olması Mars’a ilave edilecek ya da ortaya çıkarılacak ısı enerjisini gezegende kilitli kılacaktır ki bu da ilk etapta “solunum” için bir dezavantaj olsa da gezegeni ısıtmak için çok önemli bir avantajdır. Eğer bu gerçekleştirilebilse ve yüzey sıcaklığı bir kaç derece arttırılabilse, toprak tarafından emilmiş olan karbondioksit süblimleşebilir –yani bir naftalin misali katı halden gaz hale geçebilir- ve bu sayede basınç da 300 milibara kadar çıkabilir. Zincirleme bir etkileşim sonucunda insanın, basıncı dengeleyen özel kıyafetleri olmadan yaşayabileceği bir basınç değerine ulaşmak mümkün olabilir.
Bu zincirleme etkileşimin başlatılabilmesi için bir azot üç hidrojenden oluşan ve başarılı bir sera gazı olan Amonyak bombaları dünyalaştırma çalışmalarına dair fikirler arasında rağbet görenlerdendir. Mars atmosferinde olmayan azot gazının da bu yolla temin edilmesi amonyağı Mars’ın dünyalaştırılmasındaki önemli maddelerden kılar.
Öte yandan daha koyu renkli bir Mars toprağı (güneş sisteminin en koyu renkli cisimleri olan Mars uydularının, Deimos ve Phobos’un toprağının ödünç alınması buna bir çare olabilir), tıpkı yazın giymiş olduğumuz koyu renkli kıyafetlerin yaptığı gibi toprağın emeceği güneş ışığı miktarını arttıracaktır. Fantastik bir fikir de göktaşlarını yönlendirebileceğimiz bir teknolojiye eriştiğimizde Mars’ı sapanla vurur gibi vurabilmek: Mars’ın atmosferinden içeriye dalarak yüzeye çarpan bir göktaşı gezegende önemli miktarda bir ısı enerjisini açığa çıkarır. Bu sayede topraktaki suyu buharlaştırır ve dahası, göktaşlarının genelinde bulunan amonyağı kolay yoldan gezegene sokmuş olur ki bu bir kaç cümle önce bahsettiğimiz amonyak bombalarından binlercesi yerine geçebilir.
Mars’ın kolaylıkla halledemeyeceğimiz en büyük problemi magnetosferi olmamasıdır ve bu yüzden güneş rüzgarını gökteki gümrüğünden geçirmesidir… Şimdilik her şey tamam olsa da Mars’ın sarp yollarında yürüyüp gezemeyecek olmamızın, yer altında ya da koruyucu tüpler içerisinde günümüzü geçirecek olmamızın sorumlusu bu yokluktur. Bilimsel gelişmelerin zamanla bize yapay bir magnetosfer oluşturma imkanını vereceğini ümit ediyoruz. Eğer, her şey mükemmel gider de, dengeli bir şekilde, kalın ve etkili bir atmosfer oluşturursak magnetosfer olmasa da yüzeyde gezip tozabiliriz, ancak magnetosferin yokluğu bu sütliman halin kısa sürmesine sebep olur. Çünkü güneş rüzgarı ile beraber Mars’ın atmosferi peyder peye uzaya dağılacaktır.
Dünyalaştırmanın “manevi” dinamikleri
Dünyalaştırmak için koşulları nasıl değiştirebileceğimizi gördük. Tüm bunlar oldukça masraflı çalışmalar. Üstelik hiçbirisini robotlar yapmıyor. Bu çalışmalar için kimisi Mars’ta, kimisi yörüngede, kimisi de anavatan Dünya’da bir insan ordusuna ihtiyaç var.
Başlığa konu kitabımız Kızıl Mars bu insanların bir kısmının öyküsü. 1993 yılında Nebula Ödülü’nü almış kitap naçizane düşünceme göre bunu haketmiş.
Kim Stanley Robinson, basit bir “Mars Dünyalaştırması” (Terraforming) macerası yazmamış. Merkeze Mars yerine insanı koymuş. Bireysel düzeyde insanların ihtiraslarını, kıskançlıklarını, ideallerini incelerken, toplumsal düzeyde de inanç, başkaldırı, isyan gibi eğilimlerimizi incelemiş. Kısacası, oraya gönderdiği “ilk 100” bilim adamını tüm Dünya’nın doğru bir örneklemesi olarak kabul etmiş ve Dünya tarihi seyrinden bazı kesitleri Mars sahnesinde ilk 100’e tekrar ettirmiş.
Kitabı okumayanlar için heyecanını kaçırmak istemediğimden yüzeysel olarak değineceğim bu konunun bazı noktalarında Kızıl Mars’tan ilham almış olsam da olaylar zincirinden bahsetmeyeceğim:
Mars’a gönderilecek ilk koloninin çok özel bir seçim sürecinden geçeceğini şimdiden öngörebiliyoruz. İnsan ırkının uzayda gerçekleştireceği en önemli görev bu olsa idi. Bu konu ilgimi fazlasıyla çektiğinden yüksek lisans çalışmalarım sırasında İnsan Kaynakları Yönetimi dersine proje olarak “Mars’ın Kolonizasyonu’nda İnsan Kaynakları Yönetimi” başlıklı bir çalışma gerçekleştirmiştim. Çalışmayı yaparken bu işin bu kadar da kolay olmadığını farketmek doğal bir anlama süreci oldu. Zira, göndereceğiniz kişiler arasındaki anlaşmazlıkları çözmek için Mars’ta hazır olarak kurulu mahkemeler ve güvenlik güçleri yoktur. Üstelik herhangi bir kimsenin orada “anlaşmazlık” kaynağı ya da “suçlu” olması halinde sıradaki ilk uçağa bindirip geri dünyaya gönderme olanağı da yoktur.
“İnsan faktörleri” tüm olanaklarıyla devrede olduğuna göre herkesin pek gülüm balım geçinebileceğini de söylemek çok zor. Otoritenin epey bir uzakta olması bu faktörleri derinleştirir. Bir kişinin geçici ya da kalıcı olarak iş göremez hale gelmesi halinde kolonileştirme faaliyetlerinin sekteye uğramamasını sağlayabilmek de o kadar kolay değil. Zira aynı uzaklık o kişilerin eldeki imkanlarla tedavi edilememesi halinde olay ABD ordusunun filmlerde de görüldüğü gibi bir askeri için helikopter kaldırması yönünde gelişmeyecektir.
Tüm aksilikleri bir kenara bırakıp bireyin özüne dönersek “etik” ile de yüzleşebiliriz:
Mesela ilk yüz içerisinde yer alan bu bilim adamlarının gezegende iken “dünyalaştırmanın ahlaki yönüne” takılmış olmaları halinde ne olurdu? Başka bir deyişle, bir biyolog, jeolog ya da mesleğinden bağımsız olarak herhangi birisi “bu güzel gezegeni olduğu gibi bırakmak varken kendi amaçlarımız uğruna onu bölüp parçalıyor, onu işgal ediyoruz” şeklinde düşünerek tüm çalışmalara muhalif hale gelse idi?
Bir grup bilim adamı ayrılarak, Hüstın’ın talimatlarına uymayacağını ilan etseydi?
İki adam aynı kadına ya da iki kadın aynı adama aşık olsa idi?
Ya Mars’ın Kızıl, nispeten daha karanlık, şöyle çıkıp da bir temiz hava alınamayacak ortamında ağır bir depresyon insanları kısmen ya da tamamen etkisi altına alsa idi?
Hatta ve hatta bu kadar insan, kendisini kaçıranlara aşık olan rehineler misali, kendilerini kıskaca almış olan bu gezegene bağlansalar ve bu emekleri sonucunda o gezegende yaşamayı tek hakedenlerin kendileri olduklarını düşünselerdi?
Görüldüğü üzere, bilim insanları daha çok Mars’ı Dünya’ya nasıl benzetecekleri üzerine bilimsel ya da teknolojik çareler arasa da genelde oraya göndereceğimiz koloninin küçük bir toplum örneği olarak yaşayacağı sorunlara pek değinilmemektedir.
Dünyalaştırma, gezegeni dünyaya çevirmekse, içindeki nüfus da aynı oradan “dünyalı” olacaktır ve tüm ihtiraslarımız, duygularımız, düşüncelerimiz, isyanlarımız, sahiplenişimiz, kıskançlığımız, sevgimiz, kısacası bizi insan yapan her ne varsa o gezegene taşınacaktır.
İşte Kim Stanley Robinson’un bu efsanevi kitabı maddi dinamikleri işletirken, diğer yandan manevi dinamikler üzerinde de bizleri epey düşündürüyor. Kabalcı Yayınları’ndan çıkan bu kitabın devam serisi olan “Mavi Mars” ve “Yeşil Mars” henüz Türkçe’ye çevrilmedi. Kızıl Mars sevenlerin bu kitapları da merakla beklediklerini Kabalcı’ya tekrar hatırlatıp, Mars severlerin hislerine tercüman olmak isterim.
Kaynaklar:
• Kim Stanley Robinson, 2003, Kızıl Mars, Kabalcı Yayınları.
• Charles Frankel, 2001, Mars’ta Yaşam, Güncel Yayınlar
• Tevfik Uyar, Habibe Akşit, 2010, Mars’ın Kolonizasyonunda İnsan Kaynakları Yönetimi, İstanbul Kültür Üniversitesi, İşletme Yönetimi Yüksek Lisans Programı, İnsan Kaynakları Yönetimi Ders Projesi
• Vikipedi Katılımcıları, Wikipedia [Internet]
Tabiki bu tür problemlerin özellikle kişisel çekişmelerin önüne geçmek için RFID chip teknoloji denenmekte zaten temelinde bu tür olaylarıda kapsıyan bir maddesi bulunmakta.
Merhabalar. Yazinizi keyifle okudum, cok tesekkur ederim. “Mars’ın Kolonizasyonu’nda İnsan Kaynakları Yönetimi” isimli projenizi de paylasabilir misiniz? Internette aradim ne yazik ki bulamadim. Ilgimi cekti projeniz ve cok sey ogrenecegimi dusunuyorum.