Kâğıdın tutuşma sıcaklığı; 451 F derece. Bu bilimsel doğruluğu kanıtlanmış veriyi, araştırıp öğrenebilirsiniz fakat eğer bu bilgiyi bir film sayesinde öğreniyorsanız durum biraz daha ilginç bir hale gelebilir.

“Pazartesi Miller Yakarız, Salı Tolstoy, Çarşamba Walt Whitman. Cuma Faulkner, Cumartesi ve Pazar da Schopenhauer ve Sartre…”

Bu bilgiyi bir film repliğinden öğreniyorsunuz ve belleğinize kazıyorsunuz. Bu film; Fahrenheit 451.  Ray Bradbury’in 1951 yılında aynı isimle yayınlanan bilim kurgu romanının 1966 yılında sinemaya uyarlanmış hali olan film; 24. yüzyılda var olan baskıcı bir toplum düzeninin etkili bir şekilde ele alındığı, toplum-birey arasındaki ilişkiye dair bakış açınızı oldukça değiştiren bir film olma özelliğine sahip.

Fahrenheit 451; distopik filmlere verilebilecek en güzel örneklerden biri. Distopik film demişken “distopya” kavramını kısaca açıklayalım; Yunanca’da kelime anlamıyla “kötü yer” anlamına gelen distopya; “olumsuz ütopya” ya da Türkçede kullanılan bir terim olarak “korku ütopyası” olarak da bilinmektedir. Yani “Ütopya” kavramıyla ifade edilen o muhteşem yerin tam zıddıdır. Distopik bir toplum; siyasi açıdan ele alındığında; totaliter bir yönetim ya da diğer baskıcı tüm sistemleri ifade eder. Bu toplumun bireyleri ise; baskı altında, yaşam hakları sınırlı, belli bir kalıba uygun olmak zorunda bırakılan gruplar olarak tabir edilebilir. Distopik olarak tabir ettiğimiz eserlerden Fahrenheit 451 ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört gibi en bilinenlerinin II. Dünya Savaşı sonrasında yazılmış olması dikkat çekicidir. II. Dünya Savaşı’nın yarattığı kaos ortamının izlerini taşıyan eserlerde ele alınan baskıcı toplum yapılarında komünist ve faşist yönetim anlayışlarından esinlenmeler de mevcuttur.

Ray Bradbury

Bir toplum düşünün; öyle bir toplum ki bireylerin düşünme yetileri yok… Fahrenheit 451 bu durumu oldukça ön plana çıkaran bir film. Filmin esas adamı olan Guy Montag bir itfaiyeci. Evet bir itfaiyeci fakat sandığınız gibi yangın söndürmekle değil, ateş yakmakla yükümlü zira filmde itfaiye çalışanlarının görevi oldukça ilginç; kitap toplayıp yakmak. Devlet için kitap yasaklanması gereken başlıca materyal. Kitap okumak, biriktirmek toplumsal bir suç olarak lanse ediliyor ve insanların beyinleri kitapların zararlarıyla dolduruluyor. Kitapların yasaklanma nedeni ise; kitap okumanın insan düşünme gücünü tetikleyen bir unsur olması. Kitaplar sayesinde insanlar farklı bilgileri alıyor, değişik duygularını aktif hale getiriyor, sorgulama yetisini kazanıyorlar. Bu durum devlet yönetim mekanizmasının sorgulanmasına yol açabileceğinden, birlik ve beraberliği bozabileceğinden, devlet kendi hâkimiyetinin tehlike altına girmemesi için kitap okumasına karşı çıkıyor.

“Pazartesi Miller Yakarız, Salı Tolstoy, Çarşamba Walt Whitman. Cuma Faulkner, Cumartesi ve Pazar da Schopenhauer ve Sartre…”

Görevini böyle anlatıyor Montag. Kitap yakmak zevkli bir iş ve kitaplar günlere göre yakılıyor. Bu baskıcı toplumda, yasak olan sadece kitaplar değil. Devlet tarafından yayınlanan sözde eğitici olan programların yayınlandığı “Televizör” izlemek dışında diğer bilgi kaynakları da yasak. “Kuzenler” adı verilen sistem çerçevesinde, aileden atılma korkusuyla kuzenlerin birbirlerini izlemeleri en önemli etkinlik. Bunun dışında bireyler hap içip başka bir şey düşünmeden yaşamlarını devam ettiriyorlar. Beyin yıkayan, tek tip insan yaratmayı amaçlayan programlar gitgide insanları kişiliksiz hale getiriyor.

Fahrenheit 451; konusunu okuduğunuzda ya da ilk izlediğinizde fantastik gelebiliyor fakat verdiği mesajları düşündüğünüzde ve filmdeki toplum yapısı ile çeşitli dönemlere ait toplum sistemlerini karşılaştırdığınızda çok farklı noktalara gidebiliyorsunuz. Filmde; devlete körü körüne inanan ve kuzen sistemi dışına çıkmaktan korkan bireylerin durumu, bireyleri tek tip haline getirmek ve başıbozukluktan korumak için kurulan sistem dikkat çekiyor. Kitapların geçmiş ve günümüzde suç unsuru olarak hep yok edilmeye çalışıldığı gerçeği, böyle bir sisteme muhalif olan bireylerin tutumları ve gördükleri tavır, sizi ister istemez geçmiş ve günümüzdeki durumlar hakkında sorgulama yapmaya götürüyor. Kitapların devlet tarafından suç unsuru olarak görülmesini tarihin bir tekerrürü olarak görüyoruz: Ortaçağ dönemindeki yaklaşımlarda da, putperestliği yayan kitapların olduğu bahane edilerek İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması gibi.

Devletini sorgulamayan, daha açık bir tabirle düşünemeyen bireyler yaratma çabası da devletlerin tarihsel süreçleri göz önünde bulundurulduğunda takdire şayan nitelikte. Bu konuda enteresan gelebilecek iki örnek; Roma döneminde işsiz nüfusun devlete karşı başkaldırısını önlemek için arenada gladyatörlerin dövüştürülmesi ve 1930’larda Portekiz diktatörü António de Oliveira Salazar’ın sarf ettiği “Futbol olmasaydı, ülkeyi yarım saat bile yönetemezdim” sözü. Her iki örnekte de devlet tarafından bireylerin tehlike arz etmemeleri için nasıl oyalandıklarını görebiliyoruz. Bu oyalama yöntemlerinin türevlerini yaşadığımız dönemde de görebilmek mümkün aslında. Örnek olarak; bilgi aktarımı hususunda faydası tartışılacak düzeyde az olan bazı televizyon programlarının etki alanlarının büyüklüğü ve yüksek izlenme oranlarını gösterebiliriz. Yine hayati önem taşıyan birçok mevzu varken günlerce meşgul olduğumuz suni gündemleri de unutmamak lazım.

Montag’ın sisteme sadık bir itfaiyeci olması, kendi eliyle kitapları yakmasına karşın yine de kitap okuma arzusunu da bastıramaması, muhalif karakterde bir kıza âşık olması, kendi evinde kitap biriktirmesi, saygı duyulan bir kişilikken bir toplum suçlusu haline gelmesine dek geçtiği aşamalar ilgi çekiyor.

Fahrenheit 451 işte bu sorgulamaları yapabilmeniz için zihninizde ufak da olsa bir ışık yakıyor. Montag’ın sisteme sadık bir itfaiyeci olması, kendi eliyle kitapları yakmasına karşın yine de kitap okuma arzusunu da bastıramaması, muhalif karakterde bir kıza âşık olması, kendi evinde kitap biriktirmesi, saygı duyulan bir kişilikken bir toplum suçlusu haline gelmesine dek geçtiği aşamalar ilgi çekiyor. Kitapların insanını duygusal dünyası açısından da öneminin vurgulandığı film yine mesajlar vererek son buluyor. Muhalif grupların kitapları geleceğe taşımak için buldukları yöntemi şaşkınlıkla ve tebessümle izliyorsunuz.

Roman mı filmi mi daha etkileyici?

Fahrenheit 451 film olarak romandan biraz daha farklı. Bu noktada yönetmen François Truffaut’un kendi yorumunun izleri var. 112 dakika olan film; çekildiği tarih de düşünüldüğünde oldukça başarılı çekim tekniklerine sahip. İngiltere’nin o dönem ki atmosferinin de izleyiciyi etkisi altına aldığı bir gerçek ve başrol oyuncuları; Julie Christie ve Oskar Werner rollerinde oldukça başarılılar. Buna karşın kitabının daha etkileyici olduğunu belirtenlerin çoğunluğunu da dikkate almakta yarar var.

Fahrenheit 451; eğer bilim kurgu filmlere ilginiz varsa, baskıcı rejimler hakkında sorgulama yapmak istiyorsanız ve kitapların bilgi aktarımı ve insanın duygusal dünyasına katkısı açısından önemini anlamak istiyorsanız mutlaka izlemenizi tavsiye edebileceğimiz bir film. Bundan 45 yıl önce çekilen bir filmin ön gördüğü toplum yapısının günümüz toplum yapıları içerisinde kısmen de gözlenebildiğine dair beyninize üşüşen fikirler sizi gelecek yıllar hakkında da düşünmeye sevk ediyor.

Kaynaklar: Biyografi.info, Wikipedia

yorum

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Çok güzel bir yazı, teşekkürler. Her ne kadar Bradbury başka bilim-kurgu romanı yazmadım demiş olsa da, (içinde fantastik öğeler de barındıran) “Mars yıllıkları” (The Martian Chronicles) da bilim-kurgu türüne dahil edilmeli bence. Ayrıca Fahrenheit 451’in kitabının daha etkileyici olduğuna da katılıyorum.

Sinem Doğan

İstanbul Üniversitesi Bilgi Belge Yönetimi&Sosyoloji bölümlerinden mezun olduktan sonra İşletme Yönetimi/Yönetim ve Organizasyon alanında yüksek lisans yapmıştır. Şuan da reklam sektöründe çalışmaktadır.