Rosetta Projesi prestijli bilim dergisi “Science” tarafından 2014 yılının en büyük bilimsel başarısı olarak seçildi. Beklenen bir gelişmeydi bu. Ne de olsa insanlık tarihinde ilk defa bir kuyruklu yıldıza temas edilmiş, Güneş Sistemi’nin oluşması ve canlılığın başlangıcına dair bugüne kadar cevabı verilememiş soruların en azından bir kısmının cevaplandırılabilmesinin yolu açılmıştı. Geçtiğimiz ayki Açık Bilim sayısında Rosetta’nın tarihi ve kuyruklu yıldızın yüzeyine inişine kadar neler yaşandığını anlatmaya çalıştım. Bu ay projeyi bilimsel ve ekonomik açıdan değerlendirmek istedim ve bunu tek başıma değil, bizzat projede görev alan arkadaşım Chaitanya Giri ile röportaj şeklinde yapmanın daha ilginç olacağını düşündüm.

 

Dr. Chaitanya Giri
Chaitanya Giri

Chaitanya Giri şu anda Max Planck, Güneş Sistemleri Araştırmaları Enstitüsü’nde doktora sonrası araştırmacı olarak çalışıyor. Philae’nin bünyesinde bulunan deney aletlerinden biri olan COSAC’ın (Cometary Sampling and Composition) donanım optimizasyonu ve elde ettiği verilerin analizi üzerine çalışıyor.  COSAC deneyinin yardımcı gözetmenliğini yürüten Prof. Uwe Meierhenrich’in yanında yaptığı kimya doktorasını Fransa’da bulunan Nice Sophia Antipolis Üniversitesi’nde tamamladı. Max Planck Enstitüsü’nde çalışan COSAC projesinin lideri Dr. Fred Goesmann’ın grubuna dahil edilince Almanya’nın Göttingen şehrine taşındı ve şu anda çalışmalarını orada yürütüyor. Doğma büyüme Hindistanlı olan Chaitanya, master seviyesine kadar Hindistan’da Mumbai Üniversitesi’nde öğrenim gördü.

Kendisini kısaca tanıttıktan sonra röportajımıza geçebiliriz.

 

Sayın Giri, öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkürler. Eminim ki Rosetta projesi hakkındaki bilgi ve tecrübeleriniz Açık Bilim okuyucularının ilgisini çekecektir.

Bir kuyruklu yıldızın üzerinde araştırma yapmak neden önemlidir? Kuyruklu yıldızlar bize ne anlatabilir? Bu bağlamda asteroid ile kuyruklu yıldız arasında ne fark var? Zira Japon Uzay Keşifleri Ajansı (JAXA) tarafından tasarlanan Hayabusa, 2010 yılında bir asteroidden numune almayı ve bu numuneleri Dünya’ya getirmeyi başardı. Hayabusa’nın bize söyleyemediği, fakat Rosetta’nın anlatabileceği nedir?

Klasik bir deyişle, asteroidlerin Güneş Sistemi’nin iç taraflarında, buz içeren kuyruklu yıldızların ise Güneş Sistemi’nin dış kısmında, Neptün’ün yörüngesinin ötesinde oluştuğu düşünülür. Kuyruklu yıldızlar Güneş’e yaklaştıkça kuyruklu yıldızların karakteristik “coma” (kuyruklu yıldızın etrafında buz ve tozdan oluşan atmosferimsi yapı) ve kuyruğu, yapısında bulunan uçucu maddelerin dışarı püskürmesiyle ortaya çıkar. Asteroidlerin bünyesinde uçucu maddeler olmadığı için böyle bir özellik göstermezler. Fakat son yıllardaki bulgular sayesinde kuyruklu yıldız ve asteroidler hakkındaki görüşlerimiz köklü bir değişikliğe uğradı.

Astronomlar artık farklı kuyruklu yıldızların ve asteroidlerin kendi aralarındaki farklılıkları gözlemleyebiliyorlar. Bu sayede hem kuyruklu yıldız hem de asteroidlerin özelliklerine sahip bazı yapılar keşfettiler. Örneğin Güneş Sistemi’nin dış taraflarında bulunan “centaur” isimli yapılar garip bir şekilde devasa gezegenlerin yörüngelerindeki sapmaları yüzünden Güneş’e yaklaşmış kuyruklu yıldızlar gibi “coma” ve kuyruk oluşturuyor. Mars ve Jüpiter arasındaki asteroid kuşağının olduğu kısımda bulunan “Ceres” isimli bir cisim iç Güneş Sistemi’nin en büyük asteroidi olarak kabul ediliyor. Ceres, tipik bir asteroidin aksine kendine ait bir atmosfere ve kabuğunun altında sıvı halde suya sahip olduğu düşünülüyor. Kısacası az önce yaptığım klasik tanımlar gittikçe bulanıklaşıyor ve Güneş Sistemi’ndeki küçük yapıların sınıflandırılması konusunda çeşitlenmeye doğru yol alıyoruz.

JAXA’nın Hayabusa’sı ve NASA’nın Stardust’ı sırasıyla asteroid ve kuyruklu yıldızdan alınan örneğin Dünya’ya getirilmesini sağlayacak ilk görevlerdi. Hayabusa, asteroid Itokawa’nın yapısı hakkında sadece gözleyerek edinilemeyecek kadar detaylı bilgilerin edinilmesini sağladı. Bugün Hayabusa sayesinde biliyoruz ki, Itokawa, ana bir yapının parçalanmasından artakalanlardan oluşan homojen olmayan bir taş yığını… Itokawa’nın tarihi hakkında edinilen bilgiler sayesinde asteroid ve kuyruklu yıldızların Güneş Sistemi’nin şu anki yapısının mimarisinde etkin bir şekilde rol aldıklarına dair ipuçları edindik.

Bu günler uzayın keşfi açısından inanılmaz derecede heyecanlı günler. Tarihin hiçbir döneminde küçük Güneş Sistemi cisimlerini bu derece ayrıntılı şekilde incelemedik. Varlığımıza dair ipuçları kuyruklu yıldızlarda, asteroidlerde veya muhtemel başka yapıların herhangi birinde olabilir. Bu yüzden bu yapıların araştırılmasının temeli sağlam sebepleri var.

Rosetta’nın 67P’ye varması 10 yıl aldı. Görev sırasında oluşacak en küçük hata bile bu projeye yatırım yapan yüzlerce insanın tüm emeklerini boşa çıkarabilirdi. Projenin yedeği yok, hatanın telafisi yok ve görevi tekrarlamak bir 10 yıl daha sürmenin yanısıra milyarlarca euro tutabilir. Siz ve takım arkadaşlarınız görevin kritik aşamalarının gerçekleşeceği günlerinde çok heyecanlı olmalısınız. Bunun hakkında yorumlarınızı alabilir miyim?  

Öncelikle söylemeliyim ki, Rosetta’nın süregelen başarısı onun mimarları ve yatırımcılarına ait. Geçtiğimiz 30 yıl boyunca yorulmadan canla başla çalışmasalardı böyle bir başarıya ulaşmak mümkün olmazdı. Rosetta’nın başarısız olması gibi bir durum olmadı fakat söylemek istediğinizi anlıyorum. Tabii ki projenin bir yedeği yoktu ve başarısızlık 10-15 yıl daha beklemek anlamına geliyordu.

Ben 3 yıldan uzun bir süredir projenin parçasıyım ve böyle bir tecrübe herkese her gün kısmet olmuyor. Bu yüzden çok değerli. Peki milyarlarca euro nereye gitti? Avrupa ve dünyanın teknolojik ve iş gücü kapasitesini arttırmak için harcandı. Ulusal ekonomileri besledi ve kalifiye iş yaratılmasını sağladı. Açık sözlü olmak gerekirse varlığını sürdürmek isteyen her toplum bu tür projeler üzerinde çalışmaya başlamak zorunda. Çünkü iddialı ortak projeler gerçekleştirmek, anlaşmazlık ve baskıları gidermek için sahip olduğumuz tek umut. Bu tür projeler bizi sosyal olarak bir arada tutuyor ve ekonomik anlamda dayanışma yaratıyor.

Görevlerin başarısızlığa uğraması bizleri keşfetmekten alıkoymamalı ve konu büyük finansal taleplere gelirse birçok gelişmiş ve gelişmekte olan toplumların ekonomik anlamda güvenli ağlar oluşturabileceğine inanıyorum. Bir bilim insanının araştırmalarının devamını sağlaması için paranın yeri büyüktür; fakat söz konusu olan aletlerinin uzaylı bir yüzeye ilk defa inecek olmasıysa, işin ne kadar kârlı olduğuyla ilgilenmezler. İşin maddi başarısı takım olarak ikincil önceliğimizdi. İnsanlık tarihinde ilk defa bir kuyruklu yıldıza inmeyi başarmış olmanın farkındalığıyla heyecanımız bugün de devam ediyor.

Philae, tam olarak planlandığı gibi olmasa da kuyruklu yıldıza indi. Philae’nin son iniş noktası oldukça karanlıktı. Bu yüzden pillerini tekrar şarj edemedi. Philae’nin dahilindeki bilimsel aletler pildeki mevcut enerjiye bağlı olduğu için 3 gün çalışabildiler. Buna rağmen uzmanların söylediğine göre planlanan deneylerin %90’ı 3 günde tamamlanmış. Açıkçası bu bana pek anlam ifade etmiyor. Çünkü projenin 3 gün süren kısmı %90’ını oluştururken geri kalan aylarca sürecek planlanmış deneyler nasıl oluyor da projenin %10’unu oluşturuyor.

Philae’nin görevi 3 ayrı faza ayrılıyor. Birinci faz, Philae’nin Rosetta’dan ayrılması, 67P’nin çekirdeğine yakınlaşması ve yüzeye temasını içeriyordu. İnişten hemen sonra ikinci faz başladı ve bu fazdaki tüm bilimsel ölçümlerin enerjisi Philae’nin bünyesindeki piller tarafından sağlandı. Pillerin bitmesinden sonraki deneyler güneş panellerinden sağlanan enerjiyle gerçekleştirilecekti ki bu da son faz olan üçüncü fazı oluşturuyor. Son inişin karanlık bir bölgede gerçekleşmesinden dolayı güneş panelleri kullanılamadı. Eğer Philae Agilkia’ya (Site J) sabitlenmiş olsaydı üçüncü faz gerçekleştirilebilecekti. Güzel haber; Philae’nin uykuya dalması Philae’nin ömrünü uzattı. Bu sayede 67P’nin Güneş’e en yakın olduğu noktada tekrar ölçüm yapma ihtimali var. Tesadüfi bir avantaj…

Philae’nin enerjiye muhtaç olduğunu bildiğimizden deneylerin çoğunu pille desteklenen saatlere sıkıştırdık. Güneş panellerinin tekrar şarj edilmesi birçok faktöre bağlı; son iniş noktası, aydınlanma, kuyruklu yıldızın tozları ve gaz fışkırması… Bu yüzden yapılacak bilimin çoğu ne olacağı belli olmayan üçüncü faza bırakılmadı. Tabi bu durum üçüncü fazı önemsemediğimiz anlamına gelmemeli ki %10’luk kısım da bilimsel sürprizlerin ortaya çıkmasını sağlayabilir.

Bu tür eksikliklerden dolayı ileriki derin uzay keşif görevlerinin radyoizotop jeneratörü gibi daha güçlü enerji kaynaklarıyla desteklenmesi gerekiyor.

Philae’nin son iniş noktası tespit edilebildi mi?

Bu konuyla ilgilenen takım inişin gerçekleştiği noktayı belirleyebilmek için yorulmadan çalışıyor ve şimdiden Philae’nin bulunma ihtimali yüksek olan bölgeyi tespit ettiler. Şunu da belirtmek gerekir ki 4 km eninde bir kuyruklu yıldızın mutlak karanlık bölgesinde duran 1 metre genişliğindeki bir robotun yerini belirlemeye çalışıyorlar. Samanlıkta iğne aramaktan bile zor…

Bildiğim kadarıyla bulgulara dair henüz herhangi bir yayın veya resmi bir açıklama yok. Hayatın kökleri gerçekten de uzaydan mı geldi? Hangi bulgular bize bize organik moleküllerin ve suyun Dünya’ya kuyruklu yıldızlar tarafından getirildiğini anlatacak?

Daha önce de söylediğim gibi bilim insanları sürekli çeşitli küçük Güneş Sistemi yapıları tanımlıyorlar. Bu çeşitlilik, çoktan “Kuyruklu yıldızların incelenmesi hayatın kökenine dair bilinmeyenlere cevap verilmesini sağlayacaktır.” görüşünü kırdı. Bilimsel sırlardan bahsederken oluşturduğumuz bu anlayışa tamamen saygı gösteriyorum; fakat diğer yandan doğa, gösterdiği hayret verici gerçeklerle bu görüşleri yıkıyor. Rosetta’nın ROSINA takımı bulgularına dair bir yayın yaptı. Yayında 67P’de bulunan sudaki deuterium-hidrojen (D/H) oranının Dünya okyanusyanlarındaki sulardan çok farklı olduğunu gösterdiler. Daha önceki bir çalışmada 67P ile aynı grupta (Jupiter-ailesi kuyruklu yıldızları) bulunan Hartley-2 kuyruklu yıldızının D/H oranının okyanuslardaki sularla aynı olduğu tespit edilmişti. Bu bulgu, Jupiter ailesi kuyruklu yıldızların Dünya okyanus sularının tek kaynağı olabileceğine dair spekülasyonların ortaya çıkmasına neden olmuştu. Fakat ROSINA’nın bulguları bu düşünceyi kırdı ve Jupiter ailesi kuyruklu yıldızlarının kendisinin sayısız kaynağı olabileceğini gösterdi. Bu şoke eden bir bulgu!

Yayınlanmayı bekleyen daha birçok veri var; fakat şu kesin ki, kuyruklu yıldızlar kaynakları ve yapıları açısından çok çeşitli. Hayatın tohumlarının dünya dışı olduğuna dair hipotezlerimizi doğrulamak kolay değil. Öncelikle bu tohumların ne olabileceğini anlamamız lazım; gelişmiş hayat, biyotik makromoleküller, prebiyotik moleküller veya prebiyotik moleküllerin öncülleri… Yeni ortaya çıkan bu gerçeği daha önceki yaygın görüşlerden dolayı hemen kabul etmek zor olabilir fakat bu durum uzay keşfini daha heyecanlı bir girişim haline getiriyor.

Görevin bilimsel tarafını tartıştık. Ekonomik bakış açısıyla, Rosetta görevi neden önemli? Bundan sonraki adım nedir? Kuyruklu yıldız madenciliği olabilir mi? Neden madencilik için o kadar uzağa gitmemiz gerekiyor?

Dünya dışı madencilik son zamanlarda büyük ilgi görüyor ve inanıyorum ki 21. yüzyılın sonlarına doğru insanlık Dünya’ya yakın asteroidlerde ve ayda madencilik yapacaklar. Fakat kuyruklu yıldız madenciliği konusunda emin değilim. Kuyruklu yıldızlar, madencilik alt yapısı için başa çıkması kolay olmayan koşullara sahip, yörüngeleri astronomi mekaniği açısından zorlu, teknolojik ve ekonomik olarak uygulanabilir imkanlar sunmayan yapılar. Rosetta’nın bir kuyruklu yıldız madenciliği girişiminin oluşmasını sağlayacağını zannetmiyorum. Onun yerine kuyruklu yıldızların laboratuvarlarda modellenmesinin ve tabi ki yeni kuyruklu yıdız görevlerinin önünü açabilir. Kuyruklu yıldızlar sadece kirli buz yığınları değil. Onlar egzotik bir kimyanın habercisi. Böyle bir kimyanın birçok arenada teknolojik uygulaması olacaktır. Rosetta bir kural değiştirici; yavaşça ve emin adımlarla uzay keşfine dair yaklaşımlarımızı değiştirecek.

Rosetta Görevi 1.68 milyar $ tuttu. Hindistan 72 milyon $’a Mars yörüngesine bir uydu gönderdi ki bu proje bugüne kadar başarıya ulaşmış en ucuz Mars görevi olarak kendine yer edindi. Bu sırada gelişmekte olan bir ülke olan Türkiye, cumhurbaşkanlığı sarayı için 610 milyon $, cumhurbaşkanlığı uçağı için 185 milyon $ harcadı. 3. Boğaz Köprüsü (2 milyar $), 3. uluslararası havalimanı (27.6 milyar $) ve finans merkezi (2 milyar $) İstanbul’da devam eden büyük, bir o kadar da çılgın inşaat projelerinden. Türkiye’ye prestij getirmesi beklenen bu projeler yoğun olarak eleştiriliyor. Sizce gelişmekte olan ülkelerin yatırım öncelikleri ne olmalıdır? En iyi bilim politikası nasıl olmalı?

Proje ne olursa olsun aşırı miktarda maliyet getirdiyse bu durum eleştirilir ve eleştirilmesi gerekir de. Projenin işe yararlılığı, oluşturduğu iş imkanları ve devlet hazinesine yükü arasında hassas bir denge olmalı. Prestij, mega projeler için bir başlangıç noktası olmamalıdır ki bu durum yürütmede ciddi boşluklar oluşturur. Demokrasilerde hükümetlerin kitlelerin kolektif aklını ikna edebilecek projeler tasarlamaları çok önemli. Maliyeti yüksek projeler yatırımın geri dönüşü sorunsuz olacak şekilde tasarlanmalı, geri dönüşün uzun vadeli olduğu durumlarda ise hükümet tarafından desteklenebilmelidir.

Hem gelişmiş, hem de gelişen ülkeler mega projelere yatırım yaparken akıllı davranmalı, korkak veya fevri olmamalılar. Bunu kontrol etmek seçmenler ve seçilenlerin sorumluluğundadır. Mega projeleri gerçekleştirirken çekingen davranmak ekonomik durgunluğa neden olurken, şovenlik, rahatsızlık ve gayesizlik yaratır.

İleri düzey uzay programı her gelişen ülkenin ihtiyacı. Bu tür programlar vatandaşlar arasında ortak amaç anlayışı oluşturur, yeni ve sürdürülebilir iş imkanları yaratır, teknoloji ve bilimde sıçramalar yaratır, sonuç olarak ekonomi ve medeniyetin sürdürülebilirliğini sağlar. Bu dört aşama gerçekleştirildikten sonra geriye dönüp bakmaya gerek yoktur. Eğer birisi eksikse hükümetlerin çizim tahtalarını tekrar gözden geçirmeleri gerekir.

Sayın Giri, bu değerli bilgi ve görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için sonsuz teşekkürler. Tüm Türkiye adına çalışmalarınızda başarılarınızın devamını diliyorum.           

 

The original English version of the interview can be downloaded here.

Yorum Ekle

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Erdem Erikçi

Bilkent Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nde eğitim aldı. 2009′da Almanya’da Max Planck Enstitüsü’nün Göttingen yerleşkesinde başladığı doktora eğitimini Şubat 2014'te tamamladı. Şuan büyük veri analizi üzerine özel bir firmada çalışıyor. İlgi alanlarını doğa, kampçılık, yamaç paraşütü, müzik ve biyoloji şeklinde sıralıyor.