7 Aralık 2006, Stockholm Belediye Sarayı’nın “Mavi Salon”’unda orta yaşlı bir adam kraliyet ailesi ve diğer seçkin konukların arasından geçip sahneye yürümekte. Hayatı boyunca yakasını bırakmamış o duygu gene üstündeydi, huzursuz ve tedirgindi. Adımlarını ağır ağır atarken içinden konuşmasını tekrar ediyor; kendi içindeki karanlığı ve duyguları yıllarca kelimelerle insanlığa anlatırken hissettiklerinin daha yoğun bir şekilde hisediyordu. Ne de olsa şimdi bir salon dolusu seçkin davetliye yıllarca sakladığı bir sırrı anlatacaktı, hem de sırrının öznesi orada değilken. Yerini aldı, ufak bir baş hareketi ile davetlileri selamladı ve konuşmasına başladı:
“Ölümünden iki yıl önce babam kendi yazıları, el yazmaları ve defterleriyle dolu küçük bir bavul verdi bana. Her zamanki şakacı, alaycı havasını takınarak, kendisinden sonra, yani ölümünden sonra onları okumamı istediğini söyleyiverdi.” (1)
Konuşmayı yapan kişi Orhan Pamuk’tur ve kendisi eriştiği en büyük maddi ödüllerden birine babasını anlatarak başlar. Konuşması boyunca babası ile arasındaki ilişkiyi, babasının bavulunu ve içindekileri keşfederken kendi hayatına dair kaygıları, kırgınlıkları ve pişmanlıklarını babası aracılığı ile anlatır.
Nobel ödüllerinin verildiği “Mavi Salon”’a baba-oğul konuk olan sadece Pamuk ailesi değildir, bugüne kadar 6 “Baba-oğul”, hepsi de fizik dalında, o salona konuk olmuş ve ayrı ayrı ödüllerini almıştır. Bunlardan en ilginci baba-oğul Bohr’larınkidir. (Aşağıdaki italik bölüm kuantum fiziğinin ilk doğduğu yıllara ait bir baba-oğul öyküsüdür, meraklı okuyucularımız için. Okumak istemezseniz, atlayarak devam edebilirsiniz.)
Danimarkalı Niels Bohr 1913 senesinde İngiltere’deki bir konferansta kendi atom modelini açıklamıştı. Teorik ve deneysel fizikçilerin en büyük uğraşılarından biri, o zamanlar, atomu ve yapısını anlamaktı. Yapılan deneylerden çıkan sonuçlara gore bazı modeller öngörülüyor ancak bütün modeller klasik fizik kuralları ile çeliştiği için bir türlü kuramsal olarak yaygınlaşamıyordu. Evet, deneyler atom yapısının merkezde çok çok çok çok çok (buraya ne kadar çok yazsak gene de yeterli olmaz) küçük bir çekirdek ve etrafında elektron denilen negatif yüklü parçacıklardan oluştuğunu gösteriyordu ve yaygın olan görüşe gore elektronlar atom çekirdeğinin etrafında dönüp duruyordu. Sanki atom çekirdeği Güneş, dönüp duran elektronlar ise gezegendi. Rutherford’un adı ile anılan bu model ilk duyulduğunda çok mantıklıydı ancak çok temel bir fizik kanunu ile çelişiyordu: “Dairesel yönde hareket eden elektrik yüklü parçacıklar elektro manyetik ışıma yayar”. Bu kanuna gore elektronların dönerken ışınım yapması ve Einstein’in ispatladığı gibi enerji kaybedip hızla merkezdeki çekirdeğe düşmeleri gerekirdi. Felaket! Evrendeki hiçbir atomun dengede olmaması anlamına geliyordu ama algılarımız bize gayet dengede atomlardan müteşekkil bir evrende yaşadığımızı gösteriyordu. Fiziksel gerçeklik ile model uyuşmadığına gore daha farklı bir model gerekiyordu. İşte Niels Bohr kendi adı ile anılan modelle bu soruna çözüm getiriyordu
Bohr modeline gore elektronlar gene çekirdeğin etrafında idi ama aynı Satürn etrafındaki halkalar gibi merkezden sadece belli uzaklıklarda bulunmalarına izin vardı. Bohr’un modeline göre merkezdeki çekirdek “sıkıştırılamaz bir nükleer küre/damla” idi. Bohr modeli ile hidrojen atomunu, en basit atomu açıklıyabiliyordu ama çekirdeğin yapısı hakkında yanılıyordu. Yanılgısını ortaya koyan kişi ise oğlu AAge Bohr oldu ve Aage, aynı babası gibi, atom modelinin geliştirilmesine yardımcı olan keşfi ile (2 kişi ile ortak) Nobel ödülü kazandı – babasının hatalı olduğunu ispatlama pahasına da olsa…
Neyse, biz Orhan Pamuk’un konuşmasına geri dönelim. Yazar babasının bavulunun içindekilerini ve dolayısı ile bir nevi kendi içini dökmüştür. Konuşmasının sonlarına doğru babasının kendisine, bavulu bıraktıktan sonraki ziyaretini anlatır. Bakın nasıl anlatır bu anları:
“Göz göze geldik. Sıkıcı, utandırıcı bir sessizlik oldu. Ona bavulu açıp içindekileri okumaya çalıştığımı söylemedim, gözlerimi kaçırdım. Ama o anladı. Ben de onun anladığını anladım. /// Evden çıkıp giderken bana her zaman söylediği tatlı ve yüreklendirici sözleri bir baba gibi yine tekrarladı.
…
Ama hikâyemin bana daha da derin bir suçluluk duydurtan bir simetrisi, o gün hemen hatırladığım bir diğer yarısı var. Babamın bavulunu bana bırakmasından yirmi üç yıl önce, yirmi iki yaşımdayken her şeyi bırakıp romancı olmaya karar vermiş, kendimi bir odaya kapatmış, dört yıl sonra ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nı bitirmiş ve henüz yayımlanmamış kitabın daktilo edilmiş bir kopyasını okusun ve bana düşüncesini söylesin diye titreyen ellerle babama vermiştim. /// Babam hiçbir şey söylemedi, ama bana hemen öyle bir sarıldı ki kitabımı çok sevdiğini anladım. Babam, bana ya da ilk kitabıma olan güvenini aşırı heyecanlı ve abartılı bir dille ifade etti ve bugün büyük bir mutlulukla kabul ettiğim bu ödülü bir gün alacağımı öylesine söyleyiverdi.
Bu sözü ona inanmaktan ya da bu ödülü bir hedef olarak göstermekten çok, oğlunu desteklemek, yüreklendirmek için ona “bir gün paşa olacaksın!” diyen bir Türk babası gibi söylemişti. Yıllarca da beni her görüşünde cesaretlendirmek için bu sözü tekrarladı durdu.
Babam 2002 yılı Aralık ayında öldü.
İsveç Akademisi’nin bana bu büyük ödülü, bu şerefi veren değerli üyeleri, değerli konuklar, bugün babam aramızda olsun çok isterdim.”
Ben aslan evlatlarıma güvenirim
Orhan Pamuk’un babası, Gündüz Pamuk, oğlunun ödül aldığını görmek için o salonda olamamıştır ama oğlunun o ödülü alacağını çok önceden hissetmiştir. Orhan Pamuk babasının bavulunda onun Paris seyahatlerine dair notlar, mektuplar bulur. Söylemediği için bilemiyoruz ama acaba kendisinin New York seyahatine dair ipuçları da var mıdır acaba? Çünkü, Gündüz bey 1948 Mart’ının son haftasında kardeşi Aydın Pamuk ile beraber New York’tadır. Nereden mi biliyoruz? Amerika’da o sırada henüz lisans düzeyinde fizik eğitimi gören ünlü bir türk fizikçinin babasına yazdığı mektuptan. Şöyle der fizikçi: “New York’tan Aydın ve Gündüz Pamuk geldiler, bir hafta kadar kalacaklar, dönüşte Ömer de belki onlarla gidecek. Gündüz, Ankara’dan iyilik haberlerinizi getirdi.” Gündüz Pamuk fizikçinin babasının yakın arkadaşıdır ve ikisinin de ortak merakı edebiyattır. Hatta Gündüz Pamuk ortak bir sohbetlerinde kendisine “Bizim neden uluslararası bir yazarımız yok?” diye sorar. Babanın ne cevap verdiğini bilmiyoruz ama Gündüz Pamuk’un oğlu yıllar sonra bu soruyu cevaplar, uluslararası bir şöhret olarak.
Türk fizikçi, babasının tavsiyesi üzerine fiziği seçmiştir. Lise dönemindeyken, ileride ne olmak istediğini soran babasına “Felsefeci veya fizikçi olmak istiyorum” diye cevap verir. Babası bunun üzerine ona: ““Felsefeye ömür verilmez. Ama fizikçi olman iyi olur. Ben de küçüklüğümde, gençliğimde bilimle uğraşmak istemiştim” (2)
Babasının bu yönlendirmesi üzerine genç adam “1” numaralı öğrenci olarak Ankara Fen Fakültesi’ne girer. Mezun olunca da o zaman bilimsel araştırmada önde giden ülkelerinden biri olan Amerika’da okumaya kardeşinin yanına gider.
“Memlekete faydalı bir ilim adamı olarak yetişmeye çalış” (3)
Kardeşi ile beraber oradayken babası ile sık sık mektuplaşan genç fizikçi babası ile çok çeşitli konularda görüşmektedir. Babası ona gittiği operaları ve tiyatroları anlatırken genç fizikçi de “fen dünyası”ndaki ilerlemeleri anlatmaktadır. Babası ile bu mektuplaşmaları sırasında sadece fen ve edebiyat konuşulmaz, bazen politik durumlar da konuşulur. Ülke’nin politikası ve dünya politikası baş konularıdır. Tabi o dönem resimler de mektuplar ile değiş tokuş edilir ama babasının oğlu bu konuda şanslıdır. 1949’un Ekim’inde aldığı Time dergisinde babasının resmi ile karşılaşır. Kendi ifadesi ile “keyifli” görünmektedir babası. Dünya siyasetinin iki dünya savaşı sonrasında hala karmaşık olduğu zamanlarda babasının keyifli hali Erdal İnönü’yü sevindirir.
Evet, Amerika’daki türk fizikçi Erdal İnönü’dür ve ünlü CALTECH üniversitesinde okumaktadır. Fizik her zaman tek tutkusu olmuştur ve o dönem de amacı Amerika’da fizik konusunda doktora yapmaktır. Doktorasını yapar ve sonrasında da ünlü fizikçi Wigner ile tanışır. Wigner’in önerisi ile grup değişimlerindeki sınır durumları incelerler beraber ve en sonunda fizik tarihine “İnönü Wigner Büzüşmesi” adı ile geçecek akademik çalışmayı yayınlarlar. Galilei Grup ile Lorentz grubu arasındaki iilişkiyi inceleyen bu Makalenin tamamı:
http://www.ncbi.nlm.nih.gov/pmc/articles/PMC1063815/?tool=pmcentrez
Wigner, Erdal İnönü’nün sadece çalışma arkadaşı değil aynı zamanda bir nevi akıl hocasıdır. Erdal İnönü Türkiye’ye döneceğini açıklayınca kendisine “Dikkat et, Türkiye gibi ülkelerde bir insan bir alanda sivrildi mi, artık her alanda ondan görev beklerler.” der. Erdal İnönü inanmaz ama döner dönmez Wigner’in haklı olduğu ortaya çıkar. ODTÜ’de doçent olarak başladığı bilimsel kariyeri idari görevlerle paralel gider ve üniversite rektörlüğüne kadar yükselir. Ama, nasıl Orhan Pamuk babasının bavulunu taşıdıysa o da babasının bavulunu taşımaktadır ve kader onu babası ile aynı yola, yani siyasete sokar. Babasının izlerini takip eder; babası 4. O ise 32. Dışişleri bakanı olur Türkiye Cumhuriyeti’inin. Babasından farklı olarak fizik dalında bilimsel ödüllü (1986 Wigner Madalyası – fizikte Nobel’den sonraki en prestijli ödüllerden biri) bir bakandır.
En usta sinek avcısı sen olmalısın
Böyle seslenir şair çocuklarına şiirinde:
De ki sinek avlıyorsun sinek
En usta sinek avcısı olmalısın
Dünya sinek avcıları örgütünde yerin başta
Örgüt yoksa seninle başlamalı
Dalga mı geçiyor düşler mi kuruyorsun
Öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum
Düşlerini som somut görüp şaşsınlar
Böyle dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler
“Çocuklarıma” adlı şiirin şairi babasız/annesiz kalmış çocuklara şefkatle eğitim veren Darüşşafaka mezunudur, kendi deyimi ile, “yarım Darüşşafakalı”dır. Neden yarımdır yıllar sonra öğreniriz Darüşşafaka’da yaptığı bir konuşmada. Darüşşafaka’ya yazıldığı sene babası hayattadır ama kaybolmuştur, kimse yerini bilmez. Aile dostları Şevket Bey’in ”iltimas”ı ile babasının öldüğüne dair ilmuhaber düzenlenerek Darüşşafaka’ya girer ve “917” numarayı alır. Artık “917 Nusret”’tir, “toprak yüzlü , tıkız oğlan”. Okuldayken mektuplar yazar babasına, nerde olduğunu bilmediği babasınına özlem ve gerçekten babasız çocukların Darüşşafaka’da okuma hakkını gasp ettiği zannı ile suçluluk duyarak. Okuldaki ikinci senesindeyken babası çıkar gelir. Küçük çocuğun babasına kavuşma sevinci babasız arkadaşlarının ekmeğini yemenin acısına karışır, kendi anlatışı ile. Kararını verir ve okuldan kaçıp Kuleli Askeri Lisesi’ne yazılır. Daha sonra harp okulunu bitirip teğmen olur ama askerlik hayatı uzun sürmez. Yedi sene sonra ayrılır ve yazın hayatına atılır. Dergi çıkartır, köşe yazıları yazar, kitaplar çıkartır. O kadar başarıldır ki, İsmet İnönü “her yazını yeni Türkçe’nin bir ileri eseri olarak görmeye çalıştığını, bu inançla ve zevkle okuduğunu” söyler.
Yazarımızın 3 çocuğu olur ve bir tanesi var ki onunla ilişkisi daha farklıdır. Ne tesadüf, o da Erdal İnönü gibi bir karar vermek ister seçmek istediği disiplin konusunda. Babası şöyle der: “ Matematikçi olduğun zaman soyut şeyler yapacaksın, hiç kimsenin bir işine yaramayacak. Fizikçi ol da bir şeyler yap, görelim neler yapıyorsun” . Oğlu babasının nasihatine uymaz ve matematik okumaya Paris’e gider, oradan Yale Üniversitesi’nde doktorasını verir ve ünlü bir matematikçi olur. Babasının nasihatine uymadı dedik ama aslında uyar yıllar sonra. Ne de olsa babasının bavulu orada durmaktadır, o bavulu taşıma sırası ondadır ve taşır da. Babasının, yani “917 Nusret”’in, boyunu geçen kitapların geliri ile kurduğu ve onlarca yoksul ve öksüz/yetim çocuğa şefkatli bir yuva olan “Nesin Vakfı”’nın başına geçer babasından sonra Ali Nesin. “917 Nusret” Aziz Nesin’dir ve ömrü boyunca biriktirdiği maddi manevi her şeyi Çatalca’da çocukların yetişmesi ve eğitimleri için vakfeden Nesin hem türk mizahının babalarındandır hem de yüzlerce çocuğun manevi babasıdır.
Yayınlanmamış bir derleme
Aziz Nesin’in Türk mizahına katkısı sadece kitapları ile sınırlı değildir, aynı zamanda en kapsamlı mizah antolojilerinden birini derlemiştir. “Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı” adlı bu eser kütüphanemde durmakta ve 317. Sayfasında bana özel bir not var, kendi babamın düştüğü. Hiç kitabı yayınlanmadığı halde üç mizah antolojisine girmeyi başarmış babam kendi öyküsünün olduğu sayfayı imzalayarak hediye etmişti bana o kitabı. Akbaba dergisinde yayınlanmış onlarca öyküsü, radyo tiyatrosu eserleri ve sürü sepet bir sürü ödülü olan bir yazardır, bu satırların yazarının babası.
Ve bütün bunların dışında bir adet yayınlanmamış derlemesi var.İşte benim babamın bavulu da kütüphanemde beyaz kapaklı yayınlanmamış bir derleme olarak duruyor. Ve ben ona her baktığımda babamın biz oğullarına bırakacağı değerler ve mirasın en değerlisi olarak görüyorum o derlemeyi. Belki Gündüz Pamuk’un oğluna verdiği bavuldan küçük ama en az onun kadar ağır.
Sazım
Ben bir insanoğlu sen bir dut dalı
Ben babamı sen ustanı unutma hey
Bütün babaların babalar günü kutlu olsun…
Kaynaklar:
- Kumar, Manjit . Quantum: Einstein, Bohr and the great debate about the nature of reality
- Dündar, Can. Canım Erdal’ım Sevgili Babacığım
- Nesin, Aziz. Seviye On, Ölüme Beş Kala
- Nesin, Aziz Böyle Gelmiş Böyle Gitmez-1
- Babamın Bavulu, Orhan Pamuk. Nobel Edebiyat Ödülü Konuşması
- “Erdal İnönü yaşamını anlatıyor” – http://www.emo.org.tr/ekler/abeb9b0fc389628_ek.pdf?dergi=493
Yorum Ekle